Gündem

Utarit İzgi

Söyleşi 3
Arredamento Dekorasyon, 1997/01, Sayfa 58 - 65

Uğur Tanyeli: Ben standart bir soruyla başlamak istiyorum. Mimar olmaya ne zaman ve neden karar verdiniz?

Utarit İzgi:
Galatasaray'ın onuncu sınıfında Dışişleri'ne girmek istiyordum, her Galatasaraylı gibi hemen hemen. Ama, onuncu sınıfta iki olay ve iki hoca benim içime bir tohum attı. Bunlardan biri -ikisi de rahmetli oldu tabii- Cavit Baysun bizim tarih hocamızdı; aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde hocalık yapıyordu. O devirde tarih dersini üniversite hocası verirdi. Çok hassas, çok temiz giyinen bir adam.

Bize birgün Rönesans'tan bahsedeceğini söyledi ve hemen arkasından da dedi ki: "Bakın, bizim kitaplarımızda bir-iki sayfa içinde kapsanır bu dönem; oysa son derece önemli bir olaydır, ben size bunu uzun anlatacagım. Kitabınızdaki gibi böyle çabuk geçiştirmeyeceğim, hemen hemen sömestrin geriye kalan kısmını kullanacağım." Biz de bunu duyunca; "Aman, hocam..." demeye kalmadan, "Ama, bir dakika!" dedi, "Sınavda Rönesans'tan soru sormayacağım, ben anlatacağım ve siz dinleyeceksiniz." Ve bu şekilde bize Rönesans'ı anlatmaya başladı. Son derecede ciddi bir şekilde bu dönemin başlamasının ana nedenlerini, ne şekilde geliştigini, bir sanat olayının ne demek olduğunu, sanatın heykel, resim ve mimarlık diye ayrılmasının mümkün olmadığını, bunların bir bütün içinde çeşitleme olarak ele alınması gerektiğini anlattı. Bütün büyük ustaları anlattı bize.

Çok da tatlı anlatırdı ve ben ikinci dersten sonra meraklandım, kütüphanenin önünden geçerken Rönesans hakkında ne vardiye bakındım, başladım almaya o kitapları. Bu tecrübeden sonra olanlar oldu tabii. Benim mimar olmam üzerinde etkisi olan ikinci kişi bir Fransız matematik hocasıydı. İlk olarak felsefeyle başlamış ve daha sonra matematiğe geçmiş. Galatasaray Lisesi'ne gelmek yabancılara epeyi para getirdiği, herhalde çevre de cazip geldiği için, kalkıyor geliyor buraya. Evden taş plaklarını getirerek açıklamalı müzik saatleri yapardı bize. Tabii belli bir derecede şovenliği vardı, Fransız müziğini anlatırdı bize, gerisini es geçerdi. Müzik nedir, ana tema nedir, orkestra nedir, çeşitli öğeler nedir, ses nedir bütün bunları dönem dönem anlatırdı. Bunlardan sonra benim dışişlerine olan meylim sanata doğru kaymaya başladı. Aşağıda Halil Dikmen vardı, resim hocamız; birgün konuşurken, "Yahu, gel seni götüreyim" dedi, orada "cours de soir"a devam etmeye başladım. Böylece Akademi'ye girdim.

Uğur Tanyeli: Nasıl girdiniz? O dönemde nasıl bir yöntem izleniyordu?

Utarit İzgi:
Anlatayım. Bu eğiliminn geliştiği zaman İstanbul çok küçük bir yerdi görece olarak, herkes birbirini tanırdı. Dedemin çok ahbapları vardı, beni Boğaz'ın bütün ünlü yalılarına götürürdü. O devirde benim burnumda bir koku kaldı, yalının kendine özgü kokusu. Bu, tahmin ediyorum ki, denize yakın olmanın ve yalıların ahşap olmasının getirdiği bir şeydi. Ve o koku eşittir güzellik oldu benim için. Yani hoşlandığım bir ortam, çok güzel bir yer; çünkü o zamanki Akademi binasına baktığınız zaman taşlık sofası, merdivenleri, falanla bir yalıydı. ister istemez, bilinçli ya da bilinçsiz etkilenmemesi imkansız insanın. Bütün bunların üzerine hocalarla konuştum, bayağı sardı beni, kitaplar aldım. Kütüphanemde hala o tarihten aldığım kitaplar durur.

Girmeye karar verdim. Nasıl? Sınavla tabii. O devirde Teknik Üniversite var, ama orası henüz Mühendis Mektebi'ydi, bizimki de Güzel Sanatlar Mektebi. Niyetlenince bir sene öncesinden Akademi'ye arkadaşlarıımı ziyaret için gitmeye karar verdim. Demirtaş Kamçıl vardı orada arkadaşım, Moda'dan tanırdık birbirimizi. Dedim ki, "Demirtaş, mimar olmak istiyorum; olabilir miyim olamaz mıyım" derken, "Gel ben seni gezdireyim" dedi. Atölyelere girdim, o sıralarda yasak yoktu, atölyelerde ders verilirken içeri girip izlemek mümkündü. Orada etrafa baktım, bir de bina da çok güzel geldi doğrusu, eski bir sahilsaray, yalı kokusu da var gene tabii. Ayrıca, kızlar ve erkeklerin birarada olması da beni çok çekti. İkinci olarak da Mühendis Mektebi'ne gittim.

Oranın mezunu olan bir tanıdığım da Ankara Garı'nı yapan Şekip Akalın'dı, Doruk Pamir'in kayınpederi. O da dedi ki "Senin matematiğin iyi, sene kazanırsın, gel, doğrudan ikinci sınıfa girersin sen..." Oradaki izlenimim dolaplar. Safi dolap gördüm çevrede; boşluk yok, insan yok. Oraya girmek istemediğime hemen karar verebildim bu sayede, öteki taraf çok daha çekici geldi. Tamamen görsel bir histi bu, çevre kalitesinden kaynaklanan. Saraya giriyorsun tabii, farklı bir şey bu. Ama hiç de pişman olmadım, uzun yıllar boyunca, okulun eski binası yanana kadar, önce öğrenciliğinin, sonra asistanlığın tadını çıkardım. Sanatçılarla öğrenciyken tanışma fırsatı verdi o ortam bana. O küçük Akademi lokantasında, Namık İsmail'den kalan devirde hala sürahilerde şarap vardı. Mesela Zühtü (Müritoğlu) Hoca bana sürahiden şarap vermişti, ve zaten Zühtü Hoca'yı da biz öyle tanıdık; kara kuru, zayıf bir adamdı. Öğrenciyken kendi hocalarımla böyle olağanüstü bir dostluk kurma fırsatı bulamamıştım.

UT: Mimarlık Bölümü her zaman biraz daha katıydı galiba.

Uİ:
Hem katı, hem de insanlara doğru olmayan bir şekilde bilgi diye yüklenmek durumunda kaldıkları ve zamanını çaldıkları için başımızı kaşıyacak vaktimiz yoktu. Okulun lokantasına bizim bölümün hocaları gelmezdi; orada öteki hocalarla dostluk kurardık. Sonra aynı devrenin insanlarıyla sürdü dostluklar.

UT: Benim merak ettiğim başka bir şey var aslında. Eskiden hangi toplumsal gruptan insanlar mimarlığa merak salardı?

Uİ: Genel anlamda mimarlığı bilemiyorum; ama Akademi'yi biliyorum. Akademi'nin üçte biri Galatasaraylı idi. Bizim sınıfta 70 kişi falan vardıysa, 20'si Galatasaraylı idi.

UT: Peki aile kökenleri neydi, memur kökenli miydiler?

Uİ:
Örneğin, benim babam askeri doktordu. Annem bana eğitim konusunda, hem Galatasaray'dan önce, hem de sonra çok yardımcı oldu. O devirde bizde Jules Verne'nin tercüme edilmiş kitapları vardı. Bir ara ben çok sıska idim, pek yemek yemezdim ve annem benimle bir pazarlık yaptı: "Bak ben bu kitapları sana okuyacağım, ama sen de yemek yiyeceksin." Sofraya otururuz, yemeğimi ne kadar yersem ona bağlı bir oranla sayfa sayısı belirler ve okurdu. Jules Verne'i ben annemden dinledim. Ayrıca, Ahmet Mithat Efendi'nin "Paris Seyahatnamesi" vardı evde.

UT: Genel olarak öğrencilerin aile kökenleri hep böyle miydi, ya da ağırlıklı biçimde böyle miydi?

Uİ:
Ağırlıklı olarak böyleydi. Yalnız benim asistan olduğum devrede durum değişmeye başladı. Size bir anımı anlatayım: Biz gelen öğrenciyi tanımaya çalışıyoruz ve ilk egzersizlerde kendi evlerindeki yatak odasını, yemek odasını falan çizdiriyoruz. Çocuğun biri bir şeyler çizmiş ben sökemiyorum. Bir acaiplik var; mesela, tabak yok masada. "Niye çizmiyorsun masanın çevresini ve tabakları?" diye sordum. O da "Siz bana nasıl yemek yiyorsan öyle çiz demiştiniz, biz sini gibi büyük bir tepsi yayarız, o da sürekli orada durmaz, yemek pişer, tenceresiyle gelir, bütün aile o kabın içinden yeriz" dedi. Bu benim asistanlık senelerimde, 50 yıl önce oluyor.

UT: O zaman bile kent kökenli bir aile için bu geleneksel yemek yeme türü gecikmiş bir alışkanlık kalıntısı sayılmalı.

Uİ:
Ben tabii bir tuhaf oldum, utandım da. Sonra çocuğu çağırdım ve "Kusura bakma, işte ben..." derken, çocuk "Yok hocam siz bana söylediniz ben de yaptım" dedi. Şimdi o devirde başladı daha az varlıklıların mimarlık mesleğine ilgisi. Artık dış ülkelere gitme şansı olanlar dış ülkelere gidiyordu. Örneğin, Saint Joseph'li, Galatasaraylı, Kolejliler'in sayısı azaldı. Eğitim sisteminin bir yarası bence bu. Başka bir lisanı bildiğin zaman aynı zamanda başka bir kültürün anahtarını da elde etmiş oluyorsun, eğer kullanırsan o kültürden yararlanıyorsun, seni zenginleştiriyor. Lisan bilmek kendi başına bir olay değil, ama lisan bilmek bir başka uygarlığın, düşünce sisteminin, başka şeye gülen, başka şeylere üzülen, başka bir türlü tartışan bir ortamın elemanı olmaya başlıyorsun, ne kadar olabilirsen tabii.

UT: Peki o dönemdeki eğitim ve müfredat nasıldı?

Uİ:
Bizim eğitim dönemimiz içinde üç hoca vardı, baş hoca. Bu grubun, yani proje hocalarının dışında ben Turgan Sabis'i anmak isterim. Son derece iyi yetişmiş, son derece iyi aktaran, iyi bir hoca; betonarmeciydi kendisi; Turgan'la da sonra dostluğumuz oldu. Sonra üç proje hocası Arif Hikmet (Holtay), Sedad (Hakkı Eldem) Hoca ve Schütte vardı. Bütün bu hocaların dersine girer dinlerdik, yani "Sen bu atölyeye giremezsin" fa-lan gibi olaylar yoktu. Hatta Sedad Hoca'yı proje seviyesine gelmeden sürekli dinledim ben. Bir kere şöyle bir baktı yüzüme -hiç unutmuyorum o bakışı- ben şaşırdım; "lyi, dinlemeye devam et" dedi. Eski Akademi'de en önemli şey istediginiz hocalan seçebilirdiniz. Henüz o sıralarda resmen hocaların yardımcılığı, doçentlik gibi unvanlar yoktu. Bu sistemin içinde Mehmet Ali (Handan), Ahsen (Yapaner), Asım (Mutlu) Hoca ilklerdir. Bunlar ön kademelerin projelerini ve öğrencilerini üstlendiler. Ve tabii onlarla daha yumuşak konuşurdum. Ögrenciyken öğrencilik dışında ilişkiler kurduğum hocalardan biri Mehmet Ali Handan idi. Asım Hoca da yumuşak bir insandı, Sedad Hoca ise proje dersine az gelirdi. Mehmet Ali Handan ile proje yaparken, iki defa geldi Sedad Bey, biz gittik onun odasına daha doğrusu. Yapı dersinde dersi anlatırdı, tatbikata gelmezdi, diğer hocalar gelirdi.

UT: Arif Hikmet Bey (Holtay) nasıl biriydi? Döneminin en az tanınan kişiliklerden biri odur herhalde...

Uİ:
Arif Hikmet çok ciddi bir insandı. Ama, me-sela Sedad Bey'in çekici tarafı onun yapılarını görme şansımızın olmasıydı. Ben de ikinci sınıftan itibaren Sedad Bey'in yanında çalışma fırsatı buldum. Arif Hikmet ile de bir defa bir konkur yaptık. Vazifesine çok bağlı, yöntemi çok iyi uygulayan, çok ciddi biriydi; ama, yakınlık duyma söz konusu olduğunda ben Sedad Hoca'ya daha fazla yakınlık duyardım. Bir taraftan kendi imajı, bir taraftan yaptığı şeylerle değerlendirirsen Sedad Hoca'nın şansı daha fazlaydı. Schütte ise çok iyi bir hocaydı, çok serbest bırakırdı ögrenciyi. Sedad Bey böyle değil. Belki onun inanandan ileri gelen bir sezgiyle -üstelik çok tashih de yapmazdı ama- bilirdin Sedad Hoca'nın atölyesinde proje yaparken en azından dış yaklaşımını ele alırsak, üslubunu ele alırsak ona benzemesi lazımdı yaptığın projenin. Schütte ise tam serbest bırakırdı, daha az tashih yapardı; konuşurdu ögrenci ile, anlatırdı. Arif Hikmet'in tashihi ise müthiş bir detaylılıkta olurdu. Schütte okul yaptırırdı daha fazla, çünkü okul deneyimi çoktu, okul konseptini anlatırdı. Ben öğrenciyken ayrıldı. O devirde Kemali (Söylemezoğlu) geldi. Bir ara atölye hocasız kaldı. İlk olarak mimari tarihçisi olarak geldi, sonra proje hocası oldu. Onu biraz Burhan Toprak Sedad Hoca'ya karşı ağırlık olarak getirdi.

UT: Tutmadı ancak bu girişim; Sedad Bey onu kolayca "yedi" galiba.

Uİ:
Sedad Bey mi yedi, Kemali kendi kendini mi yedi? Çok iyi ve yumuşak bir insandı.

UT: Peki, mimarlık tarihini kim verirdi daha önce?

Uİ:
Mimarlık tarihini Ali Saim (Ülgen) verirdi. Sizi bulmuşken anlatayım: Geçen gün Galatasaray Ünıversitesi'nde konuşuyorduk, şu mimari tarihi bu kadarters anlatılabilir. Burada bunların hepsi var; Roma, Yunan, Bizans, Osmanlı, Selçuklu var. Niçin bunlar bir dersanenin duvarları arasında anlatılır? Nedir bunun mantığı, niçin bir şemadır bir Yunan tapınağı? Aslına bakarsanız pek çok konu çatı altında ele alınmamalı. Bunun ortamı kapalı duvarlar arası degil, nerede gelişmişse bu mimarlık orasıdır. Bir süre biz bunu yapmaya çalıştık, ben proje tashihlerinin bir kısmını kendi yaptığım binalarda, özel lokantalarda, plajlarda falan yapardım. Denize girerdik, yüzerdik, yemek yerdik; hem de proje dersi yapardık. Benim için de daha zevkli olurdu, herhalde ögrenciler için de.

UT: Sonra mezun oldunuz ve mesleğe atıldınız.

Uİ:
İkinci sınıftan itibaren hocalarıma yardımcı olurdum. Örneğin, Sedad Hoca'nın Tahsin Bey'e yaptığı ve galiba şu anda Erol Aksoy'un mülkiyetinde olan Yeniköy'deki yalı, onun içinde tadilat yapılıyordu. Sofayı odalara bölmek istiyordu Tahsin Bey. Sedad Hoca beni yolladı, "Ne istiyorsa git bak ve yaptır" dedi. Ben ikinci sınıf öğrencisi olarak gittim, sofayı bölmek istiyor, oda istiyor. Ben mümkün olduğu kadar hafif bir şekilde, ahşapla bölmeye çalıştım, ahşap atölyesini buldum, getirttim, ölçü aldırttım, yapılan işleri kontrol ettim, yerine takılırken onları kontrol ettim.

İkinci sınıftan itibaren bu olanak vardı. Çok yaygın değildi belki, ama vardı. Bu durumda olan bir tek ben değildim. Mezuniyet jürisinde misafir olarak Bonatz vardı; o gelenek o zaman da vardı. Jürilere muhakkak dışarıdan birileri çağırılırdı. Yer doldu benim projelerimi koridora asmamı istediler. Kocaman da bir yağlı kalemle perspektif yapmıştım. Koridora astım, ertesi gün jüriye çıkacağım, baktım perspektif yok. Beni müthiş bir telaş aldı "Ne yapacağım?" diye. Sedad Bey'e söylediım "Hocam durum böyle böyle" diye, "Gördüm" dedi; "Siz mi aldınız?" dedim, "Hayır, vallahi almadım. Tamam efendim, gördüm, olmasa da ne olacak" dedi. Sonunda jüriye geçtik, Bonatz çok enteresan sorular sordu. Neyse, jüriden ayrılırken "Bonatz seninle görüşmek istiyor" dediler. Gittim "Ben yarın Park Otel'deyim, beş çayına gelir misiniz?" dedi. Ne kadar yakın ilişkiler konusunda tecrübeli olsam da, yadırgadım tabii. Eve geldim, evdekilere "Ne yapacağım ben?" dedim. "Oğlum ne yapacaksın ki, git işte" dediler onlar da. Kesinlikle saatinde gitmem konusunda uyarmışlardı beni. Gittim, Park Otel'e, odasından indi, elimi sıktı, "Şöyle oturalım" dedi. Lobide oturduk, sonra çay içmeye gittik.

Tabii yalnız Bonatz konuştu. Özet olarak dedi ki "Ben Ankara'da Opera'yı yapıyorum. Sizin çalışmalarınızı çok beğendim, size iş teklifinde bulunuyorum, yardımcı mimar olarak gelir misiniz?" Ben tabii orada çözüldüm, sonunda "Ben İstanbul'da oturuyorum" dedim; "Sen hiç orasını düşünme" dedi, bayağı ciddi bir aylık da söz konusu. "Bana düşünmem için biraz müsaade eder misiniz?" diye sordum. "Tamam, ama ihmal etme, muhakkak gel" dedi. Ertesi gün Akademi'ye gittim, "Aman seni Sedad Hoca arıyor" dediler. Apar topar gittim "Beni arıyormuşsunuz, ben de zaten size gelecektim, ama biraz süreye ihtiyacım var" dedim; çünkü ben Bonatz Sedad Hoca'ya teklifini söylemiş zannetmiştim. O arada Bonatz Sedad Hoca'nın Yeniköy'de yaptığı, sonra kendi oturduğu tek katlı binanın fotoğraflarmı göstermişti. "Enteresan bir bina bu, beğeniyorum; hem geleneksel hem de çağdaş, çok ünlü bir hocanız var, onun kıymetini bilin" dediydi. Bu da böyle parantez arası bir saptama. Sedad Hoca'ya "Hocam süreye ihtiyacım" var falan derken "Ne süresi anlamadım" dedi; "Size zaten soracaktım" dedim, "Ne soracaktınız" dedi. "Hemen gidin aşağıya imzanızı atm, sizi bekliyorlar" diye devam etti. "Kimi, niye bekliyorlar?" dedim, "Bana asistan olacaksınız değil mi?"diye cevap verdi o da. Bunun üzerine ben de aldığım teklifi anlattım. "Yok efendim, ne münasebet" dedi. Gene eve gittim ve evdekiler Akademi yönünde tercih yapmam için desteklediler beni, ücret de tabii bu arada diğer ücretin dörtte biri nispetinde. Çıkar çıkmaz asistan oldum anlayacağınız. Ama on sene bina yapmadım, iş de gelmedi. On sene başkalarına yardım etmek yoluyla mesleki pratiğe devam etmeyi tercih ettim. Feridun'a (Akozan), Sedad Hoca'ya, Mehmet Ali'ye yardım ettim. Bu şekilde kendime göre bayağı piştim.

UT: Peki, o zamanlar bugünkü anlamda mimari bürolar var mıydı?

Uİ:
Sedad Hoca'nınki kendi evindeydi. Feridun ile Halit Bey'in (Femir) dışarıda büroları vardı. Mehmet Ali Bey'in hiç yoktu, arada sırada çizerdi. Yani büro o zamanlar pek yaygın değildi.

UT: Seyfi (Arkan) Bey'den hiç bahsetmediniz...

Uİ:
Onunla da çalıştım. Seyfi Bey'in çok önemli binaları var bence. Mesela, bozulmadan evvelki Üçler Apartmanı. Eli müthişti, inanılmaz perspektifler çizerdi. Çok süratli çizer, çok artistik çalışmalar yapardı. Çok nazik bir adamdı. Seyfi Bey'in Ankara'da da çok iyi binaları var, ama çok kötüleri de var.

UT: Son dönemlerde yaptıkları giderek kötüleşmiş.

Uİ:
Seyfi Bey'in bir özelliği, çok fazla para vermekti yanında çalışanlara. Diyelim ki, birisi sivrilmiş, onu çağırırdı yanına, normal ücretin üç mislini verirdi. Ama sonra bu potansiyeli bozuldu, giderek yardımcı bulamadı, şehir planlarına dön-
dü. Şehir planları da o zaman yol açmak falan gibi işlerdi. Çok yazık oldu bence Seyfi Bey'e, belki kendi yapısından da kaynaklanan bir şey bu.
Çok iyi işler yapan bir mimarın aynı zamanda çok kötü işler yapmasının yükünü taşıdı, hala da taşıyor. Bazı durumlarda kendisinin haberi bile olmazdı adını taşıyan projelerden. o birisine verirdi, projeyi o götürürdü; yani o hale gelmişti sonunda durum.

UT: Akademi'de Sedad Bey'inkiyle kıyaslanabilir bir etkisi yoktu herhalde.

Uİ:
Tabii yoktu. Bir kere Akademi'de şehircilik dersi çok ciddiye alınan bir ders değildi. Ondan da kaynaklanırdı bu. Biraz da sunuş tarzından herhalde. Ders olarak pek ciddiye alınmazdı, sıradan bir ders gibi gelirdi.

UT: Peki, normal proje vermez miydi Seyfi Bey?

Uİ:
Hayır. Zaten ondan da kaynaklanıyor etkisizliği. Akademi'nin geleneğinde asıl hoca proje hocasıdır.

UT: Evet, ötekilere ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılırdı açıkçası. Belki de Seyfi Bey'in kaybı da oydu, öğrenciyle direkt bir teması da yoktu. Peki, Sedad Bey'in yanında asistan olmak istiyor muydunuz, tercihiniz o muydu?

Uİ:
Esasında Akademi'ye girmeyi hiç düşünmüyordum bile.

UT: Neden düşün müyordunuz?

Uİ:
Şu sınavı bitireyim mezun olayım diye düşünüyordum; uzun vadede bir planım yoktu.

UT: Mimari pratiğe on yıl sonra nasıl başladınız?

Uİ:
Bir kere, önce yarışmalara girmeye başladık, iş yapma isteği başladı. İlk yarışmaya Mahmut Bir ile girdik. O benim Galatasaray'dan ve Akademi'den arkadaşımdı, ailesini, ablasını tanırdım. Burhan Toprak Mahmut Bir'in ablasıyla evliydi. Mahmut ile ilk yaptığımız bir yarışma değil, bir proje idi. Projeyi beğenmediler; sonra bir yarışmaya girdik, birinci elemede atıldık. Bir kaç tane daha denedik, bizim önerilerimizi çok şe-matik diye birinci elemede atıyorlardı. Ne olursa olsun, zaman ve para harcıyorsun konkur için ve oybirliğiyle bizim projelerimiz şematik bulunuyor ve atılıyordu. Mahmut'a dedim ki, "Bak bu böyle yürümeyecek, biz iki teklif verelim; bir tanesi gene bizim doğru bulduğumuz öneri olsun, diğeri de jüri üyelerine hitab edecek türden bir öneri olsun." Ona göre bir hastane projesi hazırladık, üçüncü ödülü aldık, bizim doğru bulduğumuz öneri gene birinci elemede atıldı tabii ki. Böyle böyle yarışmalar başladı. Mahmut'la ilk yaptığımız bina Feneryolu'nda bir mimara yaptığımız bina idi.

UT: Hani şu içinden ağaç geçen, pilotiler üstündeki bina. Çok yakın zamana kadar duruyordu.

Uİ:
Nedim Karakurt bir müteahhit mimar idi, ama "Mimar değilim, ben müteahhitim" diyordu. Ama size de öyle istediğinizi yaptırmazdı yani. "Böyle şey olmaz, bu yeri ziyan edemem" gibi sözler söylerdi. O yapı bizim ilk yapımız olduğu için çok sık gidiyorduk, yapılanları kontrol edebilmek bakımından. O devirde de pek malzeme yok, hiçbir şey yok.

UT: Bu 50'lerin başı, ithalat krizine denk geliyor herhalde o dönem.

Uİ:
Evet, hiçbir malzeme yok. Bitti yapı, boyanacak, yatak odasını pembe olsun istiyorlar. Pembe rengi de ancak kireç badana ile yapmak durumundayız. Beyaz yapabiliyoruz, kırık beyaz yapabiliyoruz, sarı tonda renklere çok uyuyor kireç toprak boyasıyla; pembe ise çok kolay olmayan bir renk. Usta geldi, kara kuru bir adam. Nedim Bey "Bu adam bildiğiniz gibi değildir, ne isterseniz yapar" dedi. Oturduk, bir teneke getirdi adam, kireç badana, süzülmüş bir kireç, ama, hakikaten iyi bir kireçti. Renk atacağız, gitti bir pembe getirdi, çingene pembesi. Ben deli gibi oldum, yok işte "sarı ekle, siyah ekle..." Adamın elinde de bir sopa devamlı karıştırıyor, "Ben bir gideyim de yağ alayım" dedi. Ben de "Yahu sırası mı şimdi yağın, otur işini bitir" dedim. "Yağı yemeyeceğim, bunun içine koyacağım" dedi.

Zeytinyağ ve tuz getirdi ve gene karıştırmaya başladı. Sonunda uğraşa uğraşa biraz pastele bakan bir pembe yaptık. "Tamam mı? Tamam." Adam "Bir dakika" dedi, şöyle bir karıştırdı, sopayı uzattı "İmzala" dedi. Ben birden "Ne imzası? Yahu sür şu duvara" dedim, "Süreceğim ama bunu imzala" dedi. Attım imzayı, boyayı duvara sürdü ve "İyi mi, yoksa düzeltelim mi?" dedi. Hakikaten çok bağırmayan efendi bir pembe oldu. Ben de çıktım, yemek yedim, bir saat sonar falan geldim. Boyalı kısma gittim baktım, facia, girmenin imkanı yok. "Bulun bana bu adamı, ne hale geldi duvar, rezil etti bütün yapıyı." Adam geldi "Nedir bu kepazelik, biz saatlerce uğraştık" dedim. Aldı tahtayı, tuttu duvarın yanına; bütünüyle aynı renk. Kafamdan aşağı kaynar sular indi. Utandım. Hala inanamıyorum. Karıştırdı herhalde diyorum. Böyle baktı yüzüme. "Niye attırdım sana bu imzayı? Bunun başıma geleceğini biliyordum. Sen genç bir adamsın, renkten anlamazsın. Pembe dedin. Pembe zor bir renktir, renk mi kalmadı da pembe istiyorsun. Şu pembe farklı, bu pembe farklı, sabah saatinde farklı, öğleden sonra farklı. Onu kat bunu kat derken işte bu hale gelir" dedi, "Sen bunu anladın ya. Şimdi üzülme, bunu düzeltiriz. Ne istiyorsan onu yaparız".

UT: Sizin diğer yönünüze geçelim; siz Akademi'nin adeta efsanevi hocalarından biriydiniz. Neydi bunun sırrı?

Uİ:
Bir miktar Sedad Hoca'dan bana intikal eden bir şey bu. Hocalık çok ciddi bir iştir. Hakkını vermek lazım hocalığın. Çok büyük zaman ayırdım. Bir de, zannediyorum şöyle bir özelliğim vardı: Ögrenciyi hiçbir zaman kitle olarak görmedim, hep birey olarak, insan olarak değerlendirdim. Ders esnasında çok ciddiydim, dersten sonra dostluk yapardım. Herkesle değil tabii. Ayrıca, Akademi'nin çok iyi taraflarından biri, hocayı öğrencinin kendisinin seçmesiydi. Dolayısıyla bana uymayan gelmezdi bana.

UT: Ama siz -deyim yerindeyse- öğrenciyi çok sıktığınız halde herzaman çok "rağbetteydiniz".

Uİ:
Mesela, sabahleyin öğrenciden önce giderdim. Otuz sene sonra "İnce Yapı" dersini devrederken bile son dersi yine bir önceki gece hazırlardım. Bir diayı daha önce gösterdiysem tekrar göstermezdim. Atölyede de asardık projeleri herkes tartışırdı. İyi proje yaptırmayı falan amaçlamazdım. Benim atölyede bitmemiş projeler de yapılırdı. Ama öğrenci projeyi kendi ortaya koyduğu verileri ve kendi değerlerinin yönünde yürütüyorsa o zaman karışmazdım. Diyelim ki, Niemeyer'i seven, beğenen bir öğrenci ya da Fransa'da hafif cephelerle ilgili çalışma yapmış bir öğrenci gelip de kendi tercihleri doğrultusunda bir bina yapmak isteyince, yaptırırdım; ama kendi söylediği şeyi saptırırsa o zaman onu eleştirirdim. Bir de elime kalemi alıp projesini ben çizmezdim; çünkü amacım öğrencinin kendi kendisini yetiştirmesiydi.

UT: Takdime de özel bir önem vermiyordunuz herhalde?

Uİ:
Hiç önem vermezdim. Hala geçerli bu. Mimarın iyi resim yapması zorunlu değil; hele şimdi bu devirde yok böyle bir olay. Simulasyon var, istediğin tekniği kullan. Yani o yönü mesele değil. Mimarın düşüncesi çok önemli. Ne düşünüyor? Nasıl yaklaşıyor?

UT: Peki ince yapıyı seçişiniz nasıl oldu?

Uİ:
Ben yapı asistanıydım. Mehmet Ali Handan'a ince yapıyı verdiler. Zihni Arel'den sonra Mehmet Ali Handan girdi derse. Bir miktar Akademi'de çalıştım, sonra İTÜ'de yeterlilik tezi yaptım. Beni hoca yapmak istiyorlardı. Mehmet Ali Handan "Sen Sedad Hoca'ya yardım ediyorsun, bana da yardım et" dedi. Bir süre onun asistanlığını yaptım. Beni öğretim üyesi yapmak istiyorlardı ince yapı dersinde ve oldum.

UT: Peki niçin ayrıldınız Akademi'den? Bu herhalde o yıllarda öğrenciler arasında en çok sansasyonel olmuş konulardan biridir.

Uİ:
Bir kere öğrencinin ilgisinde düşme oldu. 1968 öğrenci hareketleri olduğunda onların bir numaralı destekçisiydim. Çünkü nerede doğrular varsa orada birleşiyorduk. Senelerce dış üniversitelerle yazıştım, dökümanlar topladım. Erol Kulaksızoğlu'yla çalışma fırsatım oldu. Mimarlar Odası'nda da çalıştık biz. Ancak, sonuç istendiği gibi olmadı. Onun dışında bir neden de öğretim üyesi kesimindeki davranışlardır. Öğretim üyelerinin çoğunluğu gerçekten statükoyu korumak istiyordu. Mesela, ben öğrencinin muhakkak yönetime katılmasını, öğrenciye verilmesi gereken hakların ona verilmesini istiyordum. Bunun suistimali olursa hemen onun önlemini alırız.

Yani hırsızlık olacak diye her yeri kapatıp oturamazsın. Bir yerde bir bozukluk varsa, onun üstüne gideriz, onun kurallarmı koyarız. Öğrenciye kendi sorunlarını anlatmak üzere bir toplantıya giremezsin demek kadar saçma birşey olamaz. Bir şey daha var, ben üniversiteyi yalnızca eğitimi ön plana alan bir kurum olarak görmüyorum. Egitim bugünün olanaklarıyla öğrencinin kendi kendine yapacağı bir şey. Üniversite bir meslek okulu gibi eğitim yapılan bir yer değil. Bir üniversite sisteminin içinde öğrencinin bulunmasını, o potansiyeli, hem onların yetişmesi için, hem de araştırmada veriler toplamak üzere öğretim üyesiyle birarada değerlendirilebilecek bir olanak olarak görüyorum. Bu belki biraz ütopya ama. Eğer biz üniversiteyi evrensel bir çizgiye götürmezsek, yani benim bir öğrencim yabancı bir üniversitenin öğretim üyesiyle çalışmalarını sürdüremiyorsa, bu iş bitmiştir. Üniversitenin çatısı olmaz. Bir başka şey de, öğrencinin yalnız öğretim üyesiyle değil, ünlü bir mimarla, gerek dış ülkede, gerek Türkiye'de çalışan pratik içindeki bir mimarla da proje yapma hakkı olmalı. Bu, eğitim sisteminin içinde yer alabilmeli.

UT: Türkiye'de neredeyse en zor elde edilen şeyi istemişsiniz: Esnek ve dış dünyayla sıkı ilişkileri olan bir üniversite. Bu hala yapılamayan, galiba uzun süre de yapılamayacak gibi gözüken bir şey.

Uİ:
Yapılmaması için de bir sebep yok. Bir engel lisan. Ben üniversitede bir başka dilde eğitim vermeyi de uygun görmüyorum. Ama çok iyi lisan öğretmek başka. Lisan öğrenmek bir anahtar çevirmek, bir kimliğin meydana gelmesinde katkısı olabilecek başka kültürlere ulaşabilmek demek. Ama meslek eğitimini o dilde almak söz konusu olmamalı. İki üniversite farklı olabilir: Biri Orta Doğu. Çünkü, Orta Doğu ayrıca yalnız Türkiye için kurulmuş bir üniversite değildi. Biraz da Galatasaray Üniversitesi'ni böyle görüyorum; onların çünkü çok köklü bir geleneği var liseden itibaren. Onun dışında yeni kurulan bir üniversitede yabancı dilde eğitim yapmak gibi anlamsız bir şey olamaz.

UT: Siz Akademi'de pek idari görev üstlenmediniz galiba.

Uİ:
Üstlendim. Bir devre Mimarlık Bölümü Başkanlığı yaptım ve yedi ceddime tövbe ettim.

UT: Tekrar meslek yaşamınıza dönelim öyleyse. Ayrıldınız...

Uİ:
Ayrılmadan önce de sürüyordu meslek yaşamım. Proje, malzeme, yapı gibi özel disiplinler hocalarının muhakkak çatının dışına çıkması, deneyimi yaşaması lazım. Bir yapıyı denemeden eğitim yaptırmak çok teorik olur.

UT: Bu giderek çok yaygınlaşan bir model oldu Türkiye'de. YÖK'ün de biraz etkisi var tabii. Ama yalnız YÖK'ün etkisinden ibaret değil.

Uİ:
Bakın ben üniversite içinde döner sermaye olayını bundan çok farklı görüyorum. O da yapılsın, tamam, ama mimarların üniversiter koruyucu çatı altında tasarım yapmasına karşıyım. Mimara, hangi seçim bazı olursa olsun, daima seçim sonunda gelir ve bir mimar da o işi yaparken bir taraftan müşteriyle ilişkisini, bir taraftan da meslek ahlakını ve meslek kimliğini dikkate almak ve dengelemek zorundadır. Bu ancak serbest çalıştığı zaman başarılı olur.

UT: Bütün dünyada üniversiteler tasarım derslerini böyle kişiliklerle yürütüyorlar.

Uİ:
Eğitimde deneyimden geçmemiş olan öğretim üyelerini suçlamıyorum, "Onlar bu işi yapamaz demiyorum; ama böyle bir sistem olmamalıdır" diyorum. Belki o öğretim üyelerinin de gelişmelerini önlüyor.

UT: Peki, yine uygulama hayatına geçişinize dönelim. Ondan sonra nasıl gelişti mimari pratiğiniz?

Uİ:
Mahmut Bir'le bir seri bina yaptık. Hepsi yok oldu gitti onların. Son kalan bina Göztepe'deki villa. o duruyor. Nedim Karakurt'la o binaya başladığımız zaman dört tane iş birden geldi. Yapının önünden geçenler ve yapı sahibinin dostları, vd. Biri yazar Esat Mahmut Karakurt, onun kardeşiydi. Sonra bir üniversite profesörü Sezai Tümay vardı; o başka kanaldan geldi. Ondan sonra da uluslararası fuardaki Türkiye Pavyonu yarışmasını kazanıp Brüksel'e gittik.

UT: Brüksel de önemli bir macera olarak gözüküyor; çünkü paket olarak yapılıp taşınan ilk binaydı belki de o. Ondan sonra da benim bildiğim kadarıyla böyle bir yurtdışı fuar pavyonu kavramı Türkiye'de olmadı.

Uİ:
O nitelikte bir kalite tutturulamadı. Haksızlık etmek gibi olmasın kimseye, ama bence öyle. Sadece mimari açıdan meydana gelmesi değil; o devirde sanatlar sentezine olanak sağlaması bakımından da çok önemli etkisi oldu. O binada sanat yapıtlarını, özellikle Bedri'nin katkılarını kaldır, neredeyse bina kalmıyor. Yani sadece bir sanat eserinin bir duvara asılması değil sorun. Sanatla birlikte mimarinin aynı anda ele alınması ve mimari elemanlardan kimilerinin sanatsal yapı taşıması çok önemli. Ayrıca, yapı çağdaştı tabii. Perde duvarı biz 1957'de yaptık. Bu kadar yeni bir alan ve oradaki perde duvarlar özgün, farklı. Ahşapların girdiği nefesli pano, doğramaların yuvalara girdiği espasların hareketlenmesi falan.

UT: Ne kadar kesimi burada yapıldı?

Uİ:
İşçiler gitti buradan, mozaikleri koymak üzere, o panoları da demontabl olacak şekilde paketledik. Bir lisan bilmeyen bir lisan bilen; ikili ikili gittik kontrol için. Üretim de orada yapıldı, uzaktan taşınmadı malzemeler.

UT: Sonra nasıl kayboldu? Paketlendi, Türkiye'ye getirildi ve bir daha bulan olmadı...

Uİ:
Gülhane'ye getirdiler ve attılar. Koman'ın heykeli Ankara'ya götürülürken sığmadı furgona, kırmızı bez bağladılar, çat çat raylara vura vura gitti.

UT: Aslında kaybolmadı, tahrip edildi. Pavyon tasarımını gerçekleştirdiğiniz grubun birlikteliği sadece o pavyon projesi için yapılmış bir birliktelik miydi?

Uİ:
Sonra zaman zaman ben yalnız çalıştım. Genelde hoşlanıyorum birileriyle çalışmaktan, ama bazan da kendi başıma çalışmak istiyorum. Şimdi uzun vadeli bir birleşme yerine iş bazında ortaklık yapmayı tercih ediyorum. Ötekinin kendine göre komplikasyonları var. Yapı bazında birliktelikleri tercih ediyorum.

UT: Siz ilginç kişilere de iş yaptınız. Müşterilerle olan ilişkileriniz nasıldı?

Uİ: Çok büyük bir yelpaze söz konusu, ben bir işçiye de iş yaptım. Üniversite profesörü, bakan, holding sahibi, bankacı; yani her türden adama iş yaptım. Bu tabii ilişkilerde farklılık getiriyor, bir tanesi şu: Çeşitli toplumsal seviyelerde bulunmanın farkının dışında, konuştuğum insanın kimliği devreye giriyor. Bir holdingi temsil eden birisiyle konuştuğunuzda o kişinin kimliği devreye giriyor. Ya da bir üniversite profesörüne iş yaptığınızda, üniversite profesörlüğü bir kademe olarak değil de konuştuğunuz kişinin kimliği devreye giriyor.

Bir kısmı hiç karışmadı, hatta karışmak da istemedi, "Ben bilmem bunu" dediler. Aynı üniversitenin başka bir profesörü de her şeyi bilen bir yaklaşımla başladı, ama bir tartışmadan sonra verilerin berraklığıyla bazı şeylerden vazgeçti. Özetlersem, benim için ideal müşteri, "Ne yaparsan yap" diyen değil. Binada yaşayacak insan ve hatta kurumun kimliği var, projeyi benimsemeli ve bir fikir sahibi olmalı, bütün verilerin meydana gelmesinde yardımcı olmalı; ama sonra biçimlenmede müdahale etmemeli. Bu benim için ideal. Çok karışan iki kişi oldu, onlarla da zaten devam etmedim. Birgün birinin evine gidiyor, bir şey çok hoşuna gidiyor, başka bir yere gidiyor, gene güzel bir şey görüyor. Onlarla çok problem çıkıyor. Anlatmaya çalışıyoruz ki, güzel dediğin şey tek başına güzel değildir, başka şeylerle uyum oluşturacaksa iyi sonuca varılır.


Utarit İzgi
YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Utarit İzgi
Gündem Arşivi
Dönem için hazırlanan gündemlerin listesi aşağıdadır. Ayrıntılarına ulaşmak istediğiniz gündem başlığını listeden seçiniz.