reklam

Abdurrahman Hancı ile Söyleşi
Diyalog 2003 > Abdurrahman Hancı

Tarih: 04 Şubat 2003
Yer: Arkitera Forum

<< önceki sayfa                               1 2

UT: Nasıl geldi size bu NATO Merkezi'ndeki çalışma teklifi?

AH: O iş için uluslararası bir ekip kurmuşlardı. Bir Fransız mimar vardı başında. Ondan sonra uluslararası bir ekip kurunca, işte bir tane de Türk istemişler. İşitmişler herhalde Fransa'da bulunduğumu filan, öyle geldi teklif. Bu arada bizim bu İMA'da çalıştığımız yıllarda Melih Birsel, Haluk Baysal bürosuyla da bazı şehircilik işlerine girdik. Onlarla birlikte Ataköy yarışmasında ikinci olduk; Antalya imar planı konkuruna girdik. Sonra da onlarla Karayolları Genel Müdürlüğü yarışmasına girdik, kazandık. Onun tatbikat projeleri filan yapıldı. Zaman zaman büro bazı işlerde büyüyordu, ama esas biz dördümüzdük. Aslında o, Türkiye'nin ilk büyük bürolarından biridir. Bu anlamda bir büro yoktu o zaman. Ondan sonra ben '55 sonunda Paris'e gittim. Dört yıl NATO Genel Merkezi'nde çalıştım.

UT: Peki, o dönemde böylesi bir büyük büroyu çalıştıracak iş gelebiliyor muydu? Türkiye o dönemde bu boyutta bir mimari hizmete hazır mıydı?

AH: Gerçekten nasıl yaşadık ben de bilmiyorum. Acayip bir şey, ama yaşadık. Vardı bir şeyler demek ki. Ufak tefek işlerimiz vardı. Mesela, Hilton'un girişinde, Türk Hava Yolları'nı, Hachette Mağazası'nı, British Airways Bürosu'nu yaptık. Bazı evler yaptık, yani geçindik.

UT: Büyük işler yoktu herhalde. Bugün bu kadar işle böyle bir büroyu döndürmek zor olsa gerek.

AH: Hayır, hayır zannetmiyorum. Dört yıl sonra NATO Genel Merkezi bitip açıldıktan sonra, ben serbest olarak çalışmaya başladım Paris'te. Önce bir büroyla. İşte o zaman şu bowling salonunu, arkadan Nice'teki mağazayı yaptım. Sonra şimdi Fransa'nın güneyinde - onun maalesef burada resmi yok, göstermek isterdim size - dağda bir köy vardı, çok güzel kurulmuş, bütünüyle eski binalardan oluşan bir yer. Onun meydanında bir ev vardı tek katlı, onu bir İsveçli satın aldı; "Biraz büyütelim bunu" dedi. Üste bir yatak odası ilave ettik, binayı baştan yaptık. Fakat o projeleri kabul ettirmek bir hayli zor oldu, çünkü çok ciddi kuruluşlar vardı. Ve oranın belediye başkanı da sıradan bir bakkal, çakkal filan değildi. Paris'te çok mühim - şimdi hatırlamıyorum - galiba L'Oeil gibi bir sanat dergisinin sahibiydi. "Aman dikkat edin, aman şey edin" ve bitirdik, çok güzel de oldu bina. Sonra bir kartpostalı vardı oranın, o bina gözüküyordu. Ondan sonra ikinci bir kartpostal gönderdi bana malsahibi bir vesileyle; bir baktım bizim bina bu sefer yeni kartpostalda da gözüküyor. Bizim bina şimdi kartpostalda duruyor. Neyse işte altı yıl daha bu şekilde bazı işler yaparak Fransa'da bulundum. 1966'nın sonunda yurda döndüm.

UT: Niye döndünüz?

AH: Valla, o dönüş çok zor oldu, müthiş uzun sürdü. Bir yılımı aldı o düşünceler: Döneyim mi, dönmeyeyim mi? Dönmeseydim artık temelli kalmam lazımdı. Kopamamışım demek ki Türkiye'den. O kadar kopamamıştım ki, bana her hafta yedi tane günlük gazete muhakkak gelirdi bir paket halinde. Bütün memleket sorunlarını bilirdim ve döndüğüm zaman da hiçbir zaman 12 yıl Fransa'da kalmama rağmen, "Ee, nasıl söylerler onu" diye Türkçe hatırlamazlık yapmadım ve hala da yapmıyorum. Ne kadar mümkünse o kadar Türkçe konuşmaya çalışıyorum. Evet işte böyle döndük. Çok şükür o zaman çok memnundum, ama bugün olsaydı belki dönmezdim. Bugün bu atmosfere dönmezdim. Çünkü, insan her bakımdam rahatsız oluyor. Oysa, ben döndüğüm zaman çok sevindim, burada hala bir yaşama zevki var, dedim. Trafik o kadar yok, sonra şehir oldukça temiz, gecekondular daha bu kadar gelişmemiş, insanla daha hoş, İstanbul İstanbul'du hala. Şimdi İstanbul degil, artık başka bir yer. Neyse döndük, herşeye rağmen memleketimiz ne yapalım; işte götürüyoruz, sonuna da getirdik işi. 66'da ben aslında Divan Oteli için döndüm. Rahmi (Koç) Bey çok arzu etti Divan Oteli'ni ele almamı ve döndüm fakat dönerken rahmetli Abidin (Dino), "Dün burada bir ahbabım vardı, Şerbetçiler'den Mef kure Hanım. O da bir galeri yapmak istiyormuş ve ben seni tavsiye ettim" dedi. "Aman, galeri yapmak istiyorsan Abdurrahman'a yaptır". İkinci gelişimin ilk işi Galeri 1 adlı o sanat galerisi oldu. Beyoğlu'nda, Bekar Sokak'a hemen girince Fitaş'ın çıkışında, yerin altına doğru inilirdi. Size bir şey söyleyeyim mi? Bütün işlerim içinde en sevdigim oydu. Güzel bir işti.

UT: Hatırlıyorum. En az 25 yıldır kapalı.

AH: Evet, beş yıl kadar dayandı. Yıkmadılar, kapalı duruyor; Ziraat Bankası aldı. Ziraat Banka sı'na yalvardık bunu tekrar sanat galerisi olarak muhafaza edin diye. Yapmadılar. Hemen bunun ardından Divan Oteli'ne başladım. Divan Oteli'nin mimarlığı 30 yıla yaklaştı şimdi. Hala mimarıyım otelin. Bu mimarlık tarihinde nadir görülmüş bir şeydir. Bir müşterinin 30 yıl aynı mimarla çalışması. Hala en ufak bir çivi çakılması gerektiği zaman dahi sorarlar. Ve her hafta toplanırız, bütün sorunlarını ele alırız; mesela şu anda Pub'ı değiştiriyoruz. Evet, işte bütün pastanelerini yaptık Divan'ın. Ondan sonra Galeri 1'in açılış da Vitali (Hakko) Bey'le tanıştım, sonra da bir sürü Vakko'lar yaptık. Vakko İstanbul, Vakko Ankara, Vakko İzmir, Vakkoramalar filan öyle gitti. Onunla da bir 28 yıl birlikte çalıştık.

UT: Vakko'ların tüm iç ve dış mimarisini yaptınız?

AH: Her şeyini, bütün o üç binanın tümünü. İşte böyle gitti. Buraya geldiğimde büro arıyordum. Bu içinde çalıştığımız binayı biz yapmıştık daha önce. Alt katta da Maruf Önal çalışıyor, bizim ki ortak. "Yahu Maruf ben bir yer arıyorum" deyince, "Burası senin yerin, gel otur" dedi. Onunla bir süre aynı büroda oturduk; işlerimiz ayrıydı, ama birlikte aynı yerde çalışmaya başladık. Sonra da, 1974 yılında Yalçın Çıkınoğlu'yla ortaklık kurduk ve MlMAT Mimarlık Limited Şirketi oldu bu. İşte o zamandan beri birlikte çalışıyoruz.

UT: Ağırlıklı biçimde son yıllarda ev yapıyorsunuz gibi geliyor bana.

AH: Şimdi efendim, maalesef. Evet doğrudur, yaptığımız işlerin yarısından fazlası iç mimariyle ilgilidir. İnsan, meslek hayatını yüzde yüz kendi yönlendiremiyor, tesadüfler sizi bir yere doğru itiyor ve bundan kurtulmanız da mümkün degil. ' Fakat, bu o kadar mühim değil. Birçok kez söylediğim gibi mimarinin içi ve dışı diye bir ayrım yoktur. Mimari varsa her yerde vardır. Elimizde tuttuğumuz kalemden, yemek yediğimiz çatala kadar. Konut alanında veya başka bir alanda, eseriniz begenildi mi o konuda başka işler gelmeye başlıyor. Yani, bir tanesini yaptınız mı arkadan benzeri geliyor. Bir zamanlar yoğun olarak otel, restaurant, gece klubü gibi işler yaptık ve onlar devam etti. Mesela, işte Divan Oteli'nden sonra 29 Etiler, barı ve restoranı. Ondan sonra Maçka'daki Plaza Restaurant var, bir Plaza Bar vardı, Bronz Sokak'ta, şimdi garaj oldu maalesef. O da kapandı.

UT: Türkiye'de konut tasarlamak kültürel nedenlerden ötürü, başka yapı türlerine oranla çok daha zor olmalı.

AH: Gerçekten konut ve onun iç mekan tasarımı çok zor. Bir kere konut çok kişisel bir nesne, onun içinde yaşayacak insana göre değişiyor. Bir de bu insanın kültür seviyesi ile ilgili. Bu seviye düşükse iş büsbütün zorlaşıyor. Osmanlı devrinden Cumhuriyet'e geçerken çağdaş yaşamda birçok eksiğimiz oldugu gibi, yeni iç mekan kullanımına da alışmamız kolay olmadı. Osmanlı'da da Japonya'da olduğu gibi mobilya pek yok. Sedir, mangal, sehpa, yastık gibi şeylerin dışında pek bir şey yok. Yatak bile akşam gömme dolaplardan çıkarılan ve yere serilen şilteden ibaret. 

Cumhuriyet'in ilk 30-40 yılında bu geçiş dönemi sade olmasına karşın, çok daha iyi çözülmüş. 50'lerden sonra ise toplumun bazı kesimlerinde bir zenginleşme oluşuyor. Fakat buna paralel olarak kültür aynı seviyede gelişmiyor. Bu kültürü noksan, parası bol kesim, evlerinin paraları nisbetinde zengin ve şaşaalı olmasını istiyorlar. Hatta, bir nevi asalet satın alır gibi 14. ve 15. Louis dönemi mobilyalarının taklitlerini kullanarak bu sevdalarına erişmeye çalışıyorlar. Genellikle ne istediklerini bilmedikleri için, kendileri gibileriyle de yarış halinde olduklarından, nerede durulacağını da bilemiyorlar. Ortaya acayip, yüklü ve zevksiz mekanlar çıkıyor. Bu kimseler sizin kadar bu işi bildiklerini zannederler. Mimarlık bir meslektir, en az beş yıl eğitimi vardır. Sonra büyük bir ustanın yanında çalışılır ve daha sonra uzun yıllar çeşitli deneyimlerden geçilerek elde edilir. Sadece zevk sahibi olmak bu işi yapabilmek için yeterli değildir. Çünkü bazı hanımlar diyorlar ki "Biz çok zevk sahibiyiz, bu işi yaparız". Böyle amatör mimarlarımız da var. 

Bunlardan bir kısmı bir mimarlık dergisinden kopardıkları sayfalarla soluğu sizde alırlar ve bir şömine veya bir köşeyi gösterip "Ben böyle istiyorum" derler. Fakat o gösterdikleri şey sizin tasarladığınız mekanın ölçülerine, ana hatlarına uygun mu, değil mi diye bir endişeleri yoktur. Çok kez anlatmaya çalıştım mimarlık bir sanattır ve meydana getirilen de bir sanat eseridir. Siz bir tabloyu satın alırken ressama denizin mavisini biraz daha koyu yapın, şuraya da biraz kırmızı koyun diyebilir misiniz? Bugün mimara 20-25 yıl önce gösterilen saygıyı bulamıyoruz. Çünkü, o zaman müşteri sizin bilginize, tecrübenize ve zevkinize güvenerek gelirdi ve bu işi sizden daha iyi bildiğini bir an bile düşünmezdi. Halbuki, karşılıklı saygı ve güven ortamı yaratıldığında bundan her iki taraf da karlı çıkacağı gibi, eser de büyük şeyler kazanır. Şimdilerde imkanları daha geniş olanlar, yurtdışından mimar veya dekoratör getiriyor, onlara bilgiçlik de taslayamadıklarından çok büyük paralar karşılığında teslim oluyorlar.

UT: Detay yetkinliği sizin özellikle üzerinde durduğunuz bir konu sanıyorum.

AH: Çok. Detay yetkinliği aramak bir yaradılış meselesi ve mesleğe saygıdan geliyor. Bizim yaptığımız mimaride de ayrıntı mükemmeliyeti çok mühim. Çünkü yalın çizgiler yutturmaca kabul etmiyor. Onun için her noktanın çok iyi düşünülmesi, diğer bölümlerle ilişkilerinin kesinlikle çözülmesi gerekiyor. Burada küçük bir ayrıntı eklemek istiyorum: Bu Plaza çok güzel bir bardı. Bütünüyle ahşap işi. Yıkmasalardı daha 50 yıl filan aynen o İngiliz barları gibi gidilebilecek bir bardı. O kadar iyi detaylandırılmıştı. Bir akşam, açılışından bir bir ay falan sonraydı; bir dostum barda oturmuş, öyle bakıyor tavana hayret içinde. "Ne yapıyorsun yahu" dedim. "Bunu nasıl çözmüşsünüz" dedi, "birleşme çizgilerine bakıyorum, hepsi birbirini izliyor". İşte detay yetkinliği bu. Dedik ki, yutturmaca kabul etmiyor ve kesinlikle çözülmesi gerekiyor. Eser ancak o zaman mükemmele yaklaşıyor ve bir sanat eseri olma niteliğine erişiyor. Bir toplumda kültür noksanlığı olduğu sürece zevksizliklik hakim olacaktır ve bu her zaman kendini gösterecektir. Bir örnek olarak İstanbul'u ele alalım, kültürsüzlük ve bilgisizlik yüzünden ne hale geldi. Yalnız Taksim Meydanı dahi bunu anlatmaya kafidir. İstanbul'un tek mühim meydanı bugün bir panayır yerine benziyor. Reklamlar, sünnet düğünü anonsları bile var; içi çöp dolu havuzlar, düşünülmeden çizilmiş şekiller ve bunlar yetmiyormuş gibi bir Çin pagodası ve Zafer Abidesi'nin karşısında bir tuvalet. Bunu düşünebilen kafalardan ne bekliyorsunuz? Düşünün, Paris'te Concorde Meydanı'nda dikilitaşın yanında bir tuvalet olsun. Böyle bir şey olduğu gün herhalde Fransa'da ihtilal olur.

UT: Son olarak sizin mimarlıktaki çizgi tutarlılığmız konusuna değinmek isterdim.

AH: Daha başlangıçta çağdaş yapmaya karar verdik, "Devamlı çağdaş kalacağız" dedik ve o çizgiden hiç uzaklaşmadan çalışıyoruz. Şimdi bu namusluca bir harekettir. Hani "Müşteri bunu istiyor, müşteri şunu istiyor", böyle şey yok. Beğenen gelir, beğenmeyen gelmez. Yani bu çağdaşlığı götürmeye çalıştık. Bir de şimdi bu büroda patronmuş, çalışanmış, böyle bir ayrım yok; burda hep beraber, büyük zevkle, gırgırla çalışılır. Gayet sempatik bir atmosfer, her zaman da böyle oldu. Hiçbir zaman ayrı odalar olmadı. Hatta, bu kapı hiçbir zaman kapanmaz, her şeyimiz ortada böyle zevkle çalışırız, hep beraber.

UT: Bir de siz benim gördüğüm kadarıyla hiç ihtiraslı bir insan izlenimi bırakmıyorsunuz.

AH: Değilim.

UT: Gayet keyifli, iddialı da olmayan birisiniz.

AH: Çok doğru. Hatta bana çevremdekiler der ki, "Yahu ne biçim insansın sen? Niye daha fazlasını istemiyorsun?" "Lüzumu yok, ne yapayım daha fazlasını? Mutluyum ve ben zaten diyorum ki, Allah insanı iki türlü cezalandırıyor, ya çok fakir ya da çok zengin yaparak". Onun için ben herhalde Allah'ın mutlu kuluyum. İşte yetişecek kadar bir para vermiş Allah ve sevdiğim bir işi yapıyorum. Mutluluk bu zaten. İnsanın sevdiği işi yapması kadar güzel bir şey yok. Paris'te bizim büronun karşısında bir kahve vardı. Kahvede de bir barmen. Ögle üzeri kahvede iğne atacak yer yok, kıyamet kopar, o tek başına barda belki 20 kişiye servis yapar, şarkı söyleyerek. İşte ona bir soda, öbürüne bir şarap verir; sabahtan akşama kadar neşeli kalan bir adam. Şimdi bu adam yaptığı işi seviyor. Hayatta yaptığınız işi sevdiğiniz zaman mutlu insansınız, başka bir şeye de ihtiyacınız yok.

UT: Ama sizin mimarlıkta da öyle müthiş bir ihtirasmız yok. Şu anlamda: İşinizi seviyorsunuz, ama her zaman gündemde olayım,
her yerde gidip konferans vereyim gibi bir kaygınız yok. Türkiye'de ve dünyada da öyle bir grup mimar var, biliyorsunuz. Hep ön safta gözükmek için çalışırlar. Sizin hiç öyle bir endişeniz yok.

AH: Çok şükür yok. O bakımdan çok rahatım ve ihtiyaç da duymuyorum.

UT: Muhakkak ihtiyaç duymuyorsunuz, çok dingin olmalısınız ve zaten öyle de gözüküyorsunuz.

AH: Yaptığım işlerle günler geçiyor, kendimi unutuyorum, çok da mutluyum açıkçası.

 

<< önceki sayfa                               1 2

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz