reklam

Abdurrahman Hancı ile Söyleşi
Diyalog 2003 > Abdurrahman Hancı

Tarih: 04 Şubat 2003
Yer: Arkitera Forum

1 2                                sonraki sayfa >>

Abdurrahman Hancı ile Söyleşi
Arredamento Mimarlık 1996/09, sayfa 84-88

Uğur Tanyeli: Sizin döneminizde hangi kökenden insanlar mimarlık yapmaya karar verirdi? Geçmişte mimarlık daha çok bir entelektüel aile ya da ortam işiymiş gibi geliyor bana. Yanılıyor muyum?

Abdurrahman Hancı: Vallahi, bilmiyorum, ama ben lisenin 8. sınıfındayken filan grafik yapardım, eğlenmek için. Hatta bazılarını da alır götürür satardım dükkanların kapısını çalarak, "Bunu alır mısınız" diye. Çok meraklıydım. Galatasaray'da bir resim atölyesi vardı. Orada işte bir şeyler yapardık, ben de grafiğe meraklıydım. O yıllarda karar verdim mimar olmaya. Liseyi bitirdikten sonra "Acaba şunu mu yapayım, bunu mu yapayım" demedim. Kesin kararımı vermiştim. Büyük bir yeteneğim yoktu belki; fakat bu işi çok sevdiğimi anladım ve hiç tereddütsüz Akademi sınavına -o zaman merkezi sınav yok- girdim.

Uğur Tanyeli: Bizim zamanımızda bile, 1970 yılında, ayrı sınavı vardı Akademi'nin. Sizin girdiğiniz dönemdeki nasıl bir sınavdı?

Abdurrahman Hancı: Bilhassa yetenek sınavıydı, resim filan bazı bilgiler sorulurdu. İşte onu kazandım ve bir sürü at yarışı gibi sınavlardan geçmeden girdim Akademi'ye.

UT: Ailenizde mimar var mıydı?

AH: Hayır, hiç yoktu.

UT: Peki, nereden aklmıza geldi mimarlık o dönemde?

AH: Bilmiyorum, bu bir yaratılış meselesi herhalde. Yeteneğim vardı manasında söylemiyorum; sevdim bu işi ve Akademi'ye girdim. Biz Akademi derdik ve hala da Akademi diyorum ben. Çok seviyorum çünkü. Mimar Sinan Üniversitesi'ne alışamadım. Evet işte böyle mimar olduk.

UT: Kaç yılında oluyor bu?

AH: Bu 19 yaşında. Galatasaray 12 yıldı; 19 yaşında mezun olunca, doğru Akademi'ye girdim; biter bitmez de iki yıl Fransa'ya gittim, ilk staj için. Auguste Perret'nin yanında çalışmak istiyordum. Savaştan yeni çıkmıştı Fransa. Auguste Perret de, Le Havre şehri harpten yıkılmış, onun yeniden yapılmasıyla görevlendirilmiş. O büroda çalıştık ve tabii benim Fransa'yla ilk temasım orada oldu. Tabii Galatasaray'da var, ama bu başka türlü bir temastı. Ve iki yıl sonra da döndüm.

UT: İki yılın tümünde Auguste Perret'in yanında mı çalıştımz?

AH: Bir, belki 1,5 yıl filan. Biraz da dolaştım, etrafı gördüm.

UT: Nasıl bir şeydi Perret'nin yanında çalışmak?

AH: Perret çok muhteşem bir adamdı. O zaman biz tabii çok gençtik. Perret 73 yaşında filandı ve arabasını 100-120 km ile kultanıyordu. Biz de biniyoruz arabaya zaman zaman ve bir yere götürüyor bizi. Nasıl bu adam bu yaşında bu işi yapıyor filan diye düşünürdük. Çok müthiş bir adamdı. Ve Perret'nin hoş bir özelliği vardı; her Pazar evi açıktı, yani "open house" dedikleri şey İngilizler'in. Herkes gelebilirdi buraya; haberli, habersiz. Genellikle ressamlar, mimarlar, şairler, kim isterse gelirdi. Karısı da pastalar, bir şeyler yapardı. Genellikle onlar bozulurdu, fırında yanardı filan, ama çok hoştu atmosfer. Bir sürü insan tanımak mümkündü. Ve Perret o kadar kibardı ki... Biz tabii iki genç talebeyiz, bir de bir mimar arkadaşım vardı: Sabahattin Lim. Onunla beraber kalıyorduk bir yerde. Biz ayrılırken bir sürü misafiri olmasına rağmen, ayağa kalkar, kapıya kadar gelir, asansörün kapısını açar, bindirir, "Güle güle" derdi. Şimdi bu kadar mühim bir adam ve bu kadar da mütevazi. Çok hoş bir insandı. Tabii, büyük bir ekip vardı onunla çalışan. Bir sürü mimar vardı, işte biz de onların çömezleri olarak orada bir şeyler öğrenmeye çalıştık. Birinci fasıl bu, ondan sonra bir de ikinci fasıl var; o da 10 yıl sürdü.

UT: Sabahattin Lim dediniz. Onun eski L'Architecture d'aujourd'hui dergilerinin jeneriğinde sizinle beraber adı geçmez mi Türkiye muhabiri olarak?

AH:Evet, evet, muhabirligini yapmıştık ozaman.

UT: Ne oldu Lim sonra?

AH: Çok erken öldü, maalesef. Türkiye'ye döndükten sonra 42 yaşında filan öldü Bursa'da. Onlar Bursalı'ydı zaten. Benim sınıfımdandı, beraber gitmiştik Paris'e. Çok tatlı anlarımız oldu, Fransa'da. Paris'te beş kişi kadar Türk vardı 1947'de. Turan Güneş vardı; biz geldik, sonra birkaç tane de arkamızdan doktorlar geldi.

UT: Turgut Cansever yok muydu?

AH: Cansever yoktu o zaman. Cansever şöyle bir geçti bir aralık, fakat devamlı orada bulunmadı. Tabii, Fransa'da daha o zaman karnelerle filan ekmek alınırdı. Çok sıkıntılı bir savaş sonrası devriydi; ama gençlik olunca her şey kolay geçiyor.

UT: Geçinebiliyor muydunuz o koşullarda?

AH: Vallahı, biz o zaman eski Frank'la 20 bin Frank alıyorduk.

UT: Neydi karşılığı?

AH: Geçiniyorduk; çünkü ayda bir koli geliyordu Türkiye'den. Yiyecek, içecek kolisi. Çünkü, hiçbir şey yoktu. Hatta, bir arkadaşım İngiltere'deydi,
"Aman," dedi, "Fransa biraz daha rahat; İngiltere'ye gelirken birkaç yumurta getirir misin?" Yani 47-48 yılının sonunda birkaç yumurta böyle değerliydi. Ama, Fransa'da da kahve yoktu mesela; kahve yerine ersatz (yapay kahve) içiyorduk.
Ama, her şeye rağmen, tatlı anlarımız oldu.

UT: Peki, o zaman Le Corbusier'nin yanında çalışmayı düşünmediniz mi?

AH: Şimdi efendim, onu çok istedim, çok düşündüm, ama olmadı. Çünkü belki de fazla talip vardı, bilmiyorum. Biz de Perret'ye diye gittik, öyle kaldık.

UT: Belki bu biraz da Akademi'de o yıllardaki eğitimin bir sonucuydu.

AH: Ama, biz Le Corbusier'yi de, Mies van der Rohe'yi de, Neutra'yı da seviyorduk. Yani bunlar bize büyük tesir yapan kimselerdi. Frank Lloyd Wright'ı da çok seviyorduk.

UT: Peki, Akademi'de bunları gerçekten hakkıyla tanımak şansına sahip oldunuz mu?

AH: Şimdi efendim, o zamanki Akademi müthiş bir akademiydi, müthiş. Ben yıllar sonra Akademi'ye geldiğim zaman şaşırdım. Kahve ocakları ortalıkta, kirlilik filan. Burhan Toprak müdürümüzdü, bütün eskiliğine rağmen, pırıl pırıl bir binaydı.

UT: Siz yemekhanede garsonların servis yaptığı dönemi hatırlıyorsunuz.

AH: Evet, bizler de beyaz gömlek giyerdik atölyede çalışırken. Ve zaman kavramı filan yoktu; iş ne zaman biterse o zaman giderdik eve. Hocalar da çok iyi hocalardı. İşte, Asım (Mutlu) Bey, Ahsen (Yapaner) Bey, Feridun (Akozan) Bey, Mehmet Ali (Handan) Bey, gibi insanlar; bir de Alman hocalarımız vardı. Kısacası, çok ciddi bir çalışma ortamıydı. Sedad (Hakkı Eldem) Bey vardı tabii.
Ben mesela Sedad Bey'in bir gün bile okula 9:00'u 1 geçe geldigini bilmiyorum; 9:00'da sınıftaydı. Yani böyle bir disiplin. Ama bu askeri bir disiplin değil, severek yapılan, hoş bir disiplindi.
Bu atmosferde çalışmak güzeldi. Bana zevkli geldi, çok ciddi çalışmalar yaptık zannediyorum.

UT: Bu Akademi'de okuduğunuz yıllar 2. Milli Mimari döneminin sonuna rastlıyor olmalı.

AH: Milli Mimari tabii. Sedad Bey'ın iki dersi vardı. Biri Yapı, ilk yıllardaydı. Ondan sonra bir de Milli Mimari Semineri adlı, rölöve yapma görevimiz vardı.

UT: O dönemden hiç öğrencilik projeniz kaldı mı?

AH: Hiçbir şey yok.

UT: Okulda mı kaldı yok, yoksa kayboldu gitti mi?

AH: Geri vermiyorlardı zaten. Ama, biz de hiçbir şey saklamadık. Tabii, o zaman önemini bilmiyoruz bu işin.

UT: Tekrar Fransa serüveninize dönelim. Fransa'dan iki yıl sonra döndünüz.

AH: Döndüm, burada askerlik yaptım, Ankara'da Yedek Subay Okulu'nda. Sonra da İstanbul'da Birinci Ordu Kumandanlığı İnşaat Dairesi... Orada da bir sürü şeyler öğrendim tabi. Yani inşaat nedir, müteahhitle olan ilişkiler gibi... Ondan sonra da şöyle bir yıl kendi başıma biraz mimarlık yapmaya çalıştım. O zaman Kitap Sarayı diye bir kitapçı vardı Beyoğlu'nda. Benim ilk işim odur.

UT: Bugünkü Beymen'in köşesindeydi galiba? Ben ilkokul yıllarımdan hatırlıyorum. Çok güzel bir kitapçıydı o. Türkiye'de iç mekan tasarımı özel olarak yapılmış belki de ilk kitapçıydı. Bir asma katı vardı.

AH: Evet, ne güzel şeyler hatırlıyorsunuz, olduğu gibi.

UT: Ben oraya ilk gittiğim zaman herhalde 10 yaşında filandım. 60'ların başında bulunduğu bina yıktırıldı.

AH: Vakıflar'ındı bina. Kitapçının sahibi de Ziyad Ebüzziya Bey'di. ilk işimdi. Çok ilginçtir; Karaköy'de küçücük bir yer tutmuştum kendi başıma. İş yok, güç yok; bekliyoruz böyle. Bir gün kapı açıldı ve bir adam girdi, gayet yakışıklı, uzun
boylu. "Ben Konya Milletvekili Ziyad Ebüzziya" dedi. "Allah Allah, hoşgeldiniz, buyrun" dedim. "Beyoğlu'nda bir kitapçı dükkanı açmak istiyorum. Yapar mısınız?" Yaparız tabii, yapmam olur mu? Bayram yapıyoruz. Neyse işte öyle girdik işe, çok da dost olduk sonra. Orayı yaptıktan sonra da İMA'yı kurmaya karar verdik. İMA Mimarlık Bürosu'nu Maruf Önal, Suha Toner, Şahap Aran ve ben dört kişi kurduk. Galatasaray'da Kurtuluş Hanı vardı, bugün Yapı Kredi Bankası'nın olduğu köşede. Yıktırıldı; bugün olsa yıkılamazdı o bina, tarihi bir binaydı, çok güzeldi. Onun en üst katını gördük, keşfettik; "Şurayı kiralayalım" dedik, kiraladık; modernize ettik. Müthiş bir manzarası vardı, Adalar ve İstanbul Limanı'nı görürdü. Oraya yerleştik ve çok tatlı bir çalışma dönemimiz oldu. Bu 4-5 yıl sürdü. Sonra bana bir teklif geldi, NATO Genel Merkezi'nde çalışmak için. Ben o zaman ayrıldım. Ben ayrılınca onlar da biraz daha beraber olup dağıldılar.

1 2                                sonraki sayfa >>

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz