reklam

Konuşma
Diyalog
> Emre Arolat

Tarih: 25 Aralık 2001
Yer: Arkitera Forum

Konuşma: Emre Arolat -Atilla Yücel

Atilla Yücel: Emre Arolat deyince akla bir Arolat boyutu, bir de Emre boyutu geliyor. Arolatlar diye baktığımızda -en azından benim gözümde- üç öbek var: 60'lar, 70'ler, yarışmalar, hastaneler, rasyonel tasarım anlayışı; sonra özel müşterilerle gelişen ve büyük ölçüde Postmodernizm'le örtüşen bir üretim var; ve son döneminde Emre'nin katılmasıyla ve zamanın getirdikleri sayesinde değişen -biçimsel bir değişimden bahsediyoruz-yeni bir üretim ortamı ve biçimi var. Bu bağlamda kurumsallaşma ve profesyonel tavır konusuna gelmek istiyorum. Ama ondan bağımsız olarak mimarlığa bakış, bir tavırdan ötekine geçiş anlamında, süreklilikler ve kopuşlar olarak, Emre özelinde bugünün Arolat mimarlığı nerede, neyi amaçlıyor ve geçmişiyle nasıl hesaplaşıyor?

Emre Arolat: Aslında bahsetmiş olduğunuz üç öbek bence de doğru, ama dışarıdan bakıldığı zaman, yani operasyonun merkezinde bulunulmadığı zaman, gözükmeyen bir durum var; o da ikinci öbek olarak sözünü ettiğiniz Postmodern dönemin kuvvetlenmesinde ve daha görünür hale gelmesinde benim çok dahlim, ateşlemem, tetiklemem olduğudur. Benden önce tasarlanıp inşa edilmiş olan Yapı Kredi Osmanbey binasındaki yivli kolonlar ya da İzmir Hükümet Konağı'ndaki kalkan duvarın içindeki kemer gibi biçimsel davranışlar bir takım ipuçları veriyordu. Yani buradaki rasyonel yaklaşımın, makine estetiğinin dışına çıkan noktalarda farklı yaklaşımların gündeme getirilebileceğini gördüm. Amerika'da bulunduğum dönemde de müthiş Postmodern bir rüzgar esmeye başlamıştı. Bu rüzgara bizim aramızda en çok karşı çıkan da babamdı. O hala, o dönemde yapılmış olan yapıların bazılarnı bir suç aleti gibi görür. Bense geriye dönük olarak, bu yaklaşımların en azından cinayetlerle sonuçlanmadığmı görüyorum. Biraz seviniyorum, en azından arkada kötü inşa edilmiş yapı bırakmadığımızı düşünüyorum. Ama dışarıdan bakınca Postmodern sürecin ortaya çıkışını, babama ve anneme yönelik yanlış bir suçlama gibi görüyorum. Tansel Korkmaz'la bir radyo konuşması yapmıştık, orada ben "bizim Postmodern dönem" deyince, O da "Estağfurullah" demişti gülerek. Bu dönemi sanki birinci kuşak hazırladı, sonra ben daha rasyonel bir tarafa çektim gibi gözüküyor ki, hiç alakası yok. Tam da tersine, Postmodernist yaklaşımın belki de en büyük sorumlusu benim; o yön değişikliğinin, nedenselliği çok da ' kuvvetli olmayan bir mimarlığın ortaya gelmesinde benim payım çok büyük. Ben bunu, o gün aldığımız eğitime, daha sonra Amerika'da bulunduğum sıralarda çalıştığım ortamdaki Modern'e karşı gelişen bazı tepkisel davranışlara bağlıyorum. Bir de bence o dönemdeki Türkiye'deki işveren mekanizmaları buna çok hazırdı. Entelektüel çevreden bahsetmiyorum, onlar zaten hiçbir zaman hazır olmadılar. Ben bunu kaçırılmış bir fırsat olarak da görüyorum; öyle olsaydı, yani gerçek entelektüel bu sürece daha önyargısız yaklaşsaydı, Türkiye'deki mimarlık da çok başka bir yere gelebilirdi. Biz ortamın hazır olmasıyla o dönemde gerçekten de bayağı iş yaptık. O sayede de belirli çevrelerde müthiş bir sükse yarattık. Sonra, üçüncü döneme geçerken yaşanan kıvranma ve acılı safha benim için daha da zorlu geçmiştir. Neticede şunu rahatlıkla söyleyebilirim, kuramsal olarak farklı düşüncelerle yaklaşmaya başladığımız zaman, "biraz Postmodern olalım dedik, sonra da vazgeçtik" gibi görmüyorum bunu. Bu sürecin bana hala çok doğru gelen tarafları var. Şu anda yaptığımız işin o zamankilerden belki ilk algıda biçimsel olarak bazı farklılıkları vardır, ama sözgelimi, kullandığımız planların çok büyük bir farkı yoktur. Şunu da rahatlıkla söyleyebilirim ki, o gün yaptıklarımız daha kolaylıkla satın almıyordu. İşverenin bildik ortamına hazır, daha kolay kabul edilebilecek bir biçimdi o. Bugünle o gün yaptıklarımız arasında, sadece plan şemasında değil, mekan anlayışı, projeye yaklaşım, hatta yapıların arazideki yerleşimleri açısından bile çok büyük benzerlikler vardır; ama dışarıdan baktığmızda birine Postmodern dersiniz, diğerine başka bir şey. Özetle, bugün yapmakta olduğumuz, Arolat'ın birinci dönemindeki terkedilmiş söylemine dönüş değildir.

AY: Yapı Kredi aslında kent içinde doğru ölçek ve perspektif veren bir yapı bence. İki caddenin birleştiği noktada iyi bir kentsel mafsallanma, iyi bir ölçek verici yapı olarak okumuştum onu ben hep. Giydirme cepheyle yivli kolonun ölçekli ilişkisinin orada yadırgamadığım kentsel ölçek boyutunu verdiğini düşünmüşümdür.

EA: Yanılmıyorsam Erdem Aksoy'du; yazdığı bir yazıda o yapıya yivli kolonlarından dolayı Türkiye'nin ilk Postmodern yapısı demişti. Babamın o yazıyı okuyup çok şaşırdığını hatırlıyorum. Çünkü babam yivli kolonlar yapılmasının nedenini, o dönemde düz satıhlara çok afiş yapıştırılmasından ve hatta brüt betonla tam dairesel düz satıh elde etmenin zorluğundan (o kolonların içi boştur ve içinden kanallar geçer) vb. kaynaklandığını iddia ediyor. Annem aynı görüşte değil. O farklı bir argüman hatırlıyor ve bu seçimin daha çok biçimsel bir tercih olduğunu söylüyor. O yapının bir makine düzeni vardır ve o açıdan baktığımzda gayet de teknolojik bir yapıdır. Giydirme cephe profillerinin olmadığı bir dönemde betonarmenin önünden geçen aluminyum doğramaları vardır mesela. Ama o yivli kolonlar aslında Antik Yunan çağrışımlarından ortaya çıkmış değildir. Belki de sadece müteahhidin elinde bulunan bir takım yarım daire kalıpların kullanılabilmesi için gündeme gelmiştir. Sonuçta maksadınıı aşan bir biçimlenme haline de gelmiş olabilir.

AY: İyi mimarinin inşai, yapım teknolojisine bağlı boyutları tabii önemli bir konu. Bugünün Arolat mimarlığma dönersek, bunun bir anlamda -belki- ilk dönemdeki anlayışın güncel devamı olduğu söylenebilir. Ilk dönemde büyük ölçüde yarışmalar, kamuya yönelik yapılar vardı. İkinci dönemde müşterinin almaya çok hazır olduğu, ona yakın olan bir dil üretildi. Bugün üretilen üçüncü kuşak Arolat mimarlığı başka bir beğeniye hitap ediyor. Günün evrensel mimarlık yaklaşımlarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Hem yanşmalar var, hem de özel müşteriler. Bu yeni mimarlığın hitap ettiği müşteriyle, dünün müşterisi arasında ne gibi farklılıklar var? Türk toplumunun talep ettiği mimarlıkta geçen zaman içinde nasıl bir değişim yaşandı?

EA: Aslında, biraz esnaf gibi düşünüldüğünde daha kolay cevap verilebilir bu soruya. Türk toplumunun o günden bugüne çağdaşlaşma anlamında bir rasyonel kazandığmı düşünmüyorum açıkçası. Ama, kendimle ilgili olarak -bunu birinci dönemdeki ilişkilerden bağımsız olarak kendi kurduğum müşteri ilişkileri için söylüyorum- eskiden hiçbir şekilde açıklayamayacağım ya da derdimi anlatamaz olduğum noktalarda bugün neredeyse sorgulanmaz haldeyim. Müşteride, bu adam yapıyorsa bir bildiği var gibi bir güven oluşmuş durumda. O zaman da işin kişisel motivasyon boyutu değişiyor. Ben mimarlığı öğrencilik döneminde bu kadar ciddiye almadım. Mezun olduktan sonra da ne yapacağımı tam olarak bilmiyordum. Mobilyacı ortağım oldu; bir tane yapsat bina yaptım; dekorasyon temelli taahhüt işleri yaptım; en sonunda projeci olmaya karar verdim. Ondan sonra bu meydan okuma başladı. Müşteri tarafından sorgulanma da gittikçe azaldı. Bu durum, müşteriden çok, -iyi ya da kötü- bendeki bir değişimden kaynaklanır. Müşterinin herhangi bir biçimde belirleyici olduğunu düşünürsek, tam tersine olumsuz bir gidiş olduğunu söylemek gerekirdi doğrusu.

AY: Bugün Türkiye'de, dünyadaki mimarlık gündemini oluşturan tavırları paylaşan mimarlar var. Bu mimarların ürettikleri mimarlığın, dünyada kendilerine çok uzak olmayan üretimlerle, o üretimlerin altındaki düşünsel, teknolojik ve kültürel temelle ilişkileri konusunda, bu öbeğin içinde yer alan kişilerden biri olarak kendinizi besleyen düşünce, esin, duygu vb. olarak nerede duruyorsunuz? Ne kadar dünya insanısınız? Dünyada var olan, üretilen hangi değerleri - kuramsal, düşünsel, biçimsel görüntüler, yaşama biçimleri, hayaller, hevesler, imgeler, idealler olabilir bunlar- benimsiyorsunuz? Mimari üretiminizi besleyen kaynak nedir, nelerdir?

EA: Yani mimarlığı niye yapıyoruz? Bir kere, ben Türkiye'de bizim müşterimiz olan, birçoğu belirli bir gelir seviyesinin üzerinde ve bir kısmı da bizim -pek de olmayan- orta sınıfımıza ait olan insanların çok uzun süredir mimarlar tarafından kazıklanmakta olduğuna inanıyorum. Çünkü, "Türkiye'de bu iş bu kadar olur" gibi kolaycı bir söylem yıllardır insanlara sunuluyor. Öne sürülen, işçilik kötüdür, malzeme yoktur, teknoloji yetersizdir gibi savlar bence hiç de doğru değil. Tamam şehirlerimizin bugün içinde bulunduğu durumdan mimarlar büyük ölçüde sorumlu değil belki, ama mimarların yaptığı yapılar da çok kötü. Bugün New York'ta, Düsseldorfta nasıl bir yapı üretim süreci, teknolojisi varsa, artık Türkiye'de de aşağı yukarı aynısı uygulanabiliyor. Hatta Türkiye'de standartların olmamasının getirdiği zorluklar başka bir motivasyonla aşılıyor ve o bazen bir avantaja dönüşerek çok daha üst noktalara çıkılmasmı sağlıyor. Dolayısıyla, bizim yanıtmı aradığımız, bu insanlara ahlak sınırları içinde, onları kazıklamadan ne vermek lazım sorusuydu. Mesela, apartmandı, toplu konuttu, villaydı, konut tasarlarken (bizde adı da hep olduğundan farklı gösteriliyor, terminoloji de ilginç) hep geriye dönük bakıyorsun; daha önce neler yapılmış, biz nerede oturmuşuz, gittiğimiz yerlerde neler var. Çok da sahte biçimde konvansiyonel hale gelmiş, dogmatik denebilecek bir takım kalıplar Türk mimarlığında egemen kılmamış. Benimse işi anonim hale getirmek gibi bir hedefim var. Bizim son dönem projelerimizde hep üzerinde durduğum bir nokta. Bununla hedeflenen, mimarın tamamen ortadan kalktığı bir sistem değil, ama bir takım doğrular üzerine kurulu bir ekonomik, teknolojik, çağa ait kavramsal doğrular üzerine kurulu bir sistemin her yapıda uygulanabilir olmasıdır.

İlk bakışta çok da buyurganmış veya kısıtlayıcıymış gibi görülebilecek böylesi bir sistemin tariflediği çerçevenin içinde kalarak yapılan tasarımın, programın ve yerin ortaya koyduğu farklı şartların (iklimsel, yerel, bağlamsal) varlığı ile bireysel durumlar yaratması kaçınılmazdır. Benim bireysel durum olarak adlandırdığım tasarımın bu "gevşek" bölümünün olabildiğince azaltılması da hikayemin hedefi olan "anonim"e yakın durmayı olanaklı kılar.

AY: Siz Emre Arolat ve Arolatlar olarak, ciddi bir profesyonellik geleneğini taşıyorsunuz. Mimarlığı besleyen düşünce ortamı, onu mümkün kılan gerçek, güncel veriler (müşteri, teknoloji, ekonomi vb.) ve profesyonellik bağlamında yerinizi nasıl görüyorsunuz?

EA: Ben mimarlığm çok da bilinmezlerle dolu olduğuna inanmıyorum. Bizim kendimize ait beşeri bilgilerle ve gerekçelerle yapılmasını doğru buluyorum. Bir yapı çok doğrudan olmalıdır; mutlaka bir şey anlatmak durumunda değildir, ama anlatıyorsa da bu mesaj çok doğrudan aktarılmalıdır. Profesyonellik konusunda, bence üzerinde durulması gereken, bir tasarımda varolan ilk fikri kaybetmeden inşa edilebilmesini sağlamaktır. Yani bir projeyi maketindeki gibi bitirebilme becerisidir. Bir yapı maketinde gözüktüğü gibi bitiyorsa, zaten doğru yapıdır. Ama, özellikle Türkiye'de yapılan yapılar, belli noktalarda mimarlara zorla bitirtilmesi veya mimarın yapım sürecinden uzaklaştırılması nedeniyle, inşa edilme sürecinde başka bir şey oluveriyorlar. Bence bir büronun görevi, hem projenin o dönüşüme izin vermeyecek biçimde tamamlanmış olarak bitirilmesi, hem de ondan sonra dışarıdan gelebilecek müdahalelere karşı bir savunma geliştirmiş olmasıdır. Ama sözünü ettiğim ekonomik gerçeklerden bağımsız bir durum olamaz. Yapı zaten ekonomik gerçeklerle bağdaşmıyorsa doğru değildir. Sorun çoklukla işverenin, yapımcının yada diğer karar verici mekanizmaları oluşturan bireylerin kişisel tercih ya da kaprislerinden kaynaklanır. Mimarın bunlara boyun eğmeyecek kadar kuvvetli durması gerekir. Mimarın hep tetikte dolaşması lazımdır. Mimarlığın beni daha çok ilgilendiren kısmının, kavramsal boyutunun ötesinde, yapı yapmak olduğunu söyleyebilirim. Benim uğraştığım meslek bunun için vardır. 1/200 çizilmiş bir yarışma projesinin yaratmış olduğu çok olumlu etkilerin, uygulandıktan sonra bir katastrofa dönüşmesi çok sıklıkla rastlanan bir durumdur. Bir büronun görevlerinden biri de bir projeyi yapı haline getirirken aynı mükemmeliyetçi anlayışı devam ettirebilmesidir. Öte taraftan, kavramsal olana ve uygulamaya yönelik yaklaşımlarm çok da birbirinden kopuk olduğunu düşünmüyorum. Zaten bir yapının doğru bitirildiği durumlar da bir mimarın bu iki yaklaşımı arasında farklılık bulunmaması sayesinde gerçekleşiyor. Ben artık bir mimarın hiçbir şey çizmeden, sadece söylediklerinden veya çeşitli olaylara gösterdiği tepkilerden yola çıkarak nasıl bir yapı yapabileceğini tahmin eder oldum. Bazı mimarların bir takım şeyleri yapıp yapamayacakları daha konuşurlarken ortaya çıkıyor.

AY: Makete benzeyen, maketle özdeşleşen bir bitmişlik. Küçük yapıların Türkiye'de makete benzeme şansı daha yüksek. Siz küçük yapılar da inşa ediyorsunuz, dekorasyon uygulamaları da yapıyorsunuz, büyük programlı binalar da tasarlıyorsunuz. Türkiye'de büyük ölçekli başarılı yapı sayısı az. Profesyonellik burada devreye giriyor: Yapmın inşa sürecinin tümünün organizasyonu, o organizasyona mimarın katkısı, sorumluluğu, vb. Iki sorum var. Birincisi, uygulanan küçük ölçekli projelerinizle büyük ölçekliler arasında uygulanmışlık, bitmişlik, amaçlanan mimari mükemmeliyet bağlamında nasıl bir ilişki var? Ikincisi hala yarışmalara katılan bir büro olarak profesyonellik, bitmişlik, uygulamanm başarısı, amaçlarla sonuç arasındaki ilişki anlamında, yanaşma projeleriyle uygulamalar arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz ? 

EA: Bir çok arkadaşımda egemen olan, küçük yapının avuçta daha kolay tutulabileceği fikrine çok da inanmıyorum. Küçük yapının farklı, büyük yapının farklı gerçekleri vardır; dolayısıyla bunlara göre davranılır. Büyük yapının kontrol edilebilmesi büyük yapı yapıyor olmanın gerçekleriyle ilintilidir. Tasarım süreci bu durumun bilincinde geliştiyse, konuya uygun, yaşayacağmız üretim kavgasına ilişkin bir defansif mekanizmanız zaten vardır. Bu mekanizma, tasarım sürecinin ve tasarımın kendisinin bir parçasıdır. İç düzenleme işlerine gelince: Yılda birkaç defa yapılan bu düzeydeki işleri, bize bazı detayları, özel üretim biçimlerini deneme şanslarını tanıdığı için alıyoruz. Bazen kendi elimle yapıyorum. Olabilirliğini gördüğüm zaman, onları büyük yapılara da aktarabileceğimi görüyorum. Örneğin ihracatçılar Birliği binasının özellikle iç mekanında ve hatta dış yüzeylerde kullandığımız bitmişlik ve mükemmeliyetçilik anlayışı, hep o küçük yapılarda denediğimiz ve başarılı olabildiğimiz sistemlerin oraya yani büyük yapıya taşınmasıyla elde edilmişti. Bu, alışılmadık, Türkiye'deki büyük yapı düzeninde, çoğunlukla da korkulduğu için uygulanmamış bazı sistemlerin detay mantığının oraya taşınmasıdır. Bir şeyden bir adet yapmakla 120 adet yapmak arasmda, bazı noktalarda hiçbir fark yoktur. Hatta çok sayıda yapmak kimi zaman daha kolaydır. Bu farkları da zaten tasarımı yapan olarak siz bilirsiniz. Dolayısıyla aslında elinizdeki imkanları bildikçe, sınırları daha iyi tanıdıkça küçük ve büyük yapı yapmanm arasında büyük bir farklılık olmadığını düşünüyorum. İşin ekonomik boyutuna yaklaşıldığıyla bağlantılı. Aslında yarışmalar, büyük yapılar adma düşünmeyi sağlıyor; sonra uygularken de başka bir deneyim kazanıyorsunuz. Genellikle küçük yapı yapan, detaydan yola çıkan arkadaşlarımız var. Genellikle küçük yapı yapan, ama detaydan yola çıkmayıp, kuramla ilgileniyor diyebileceğimiz arkadaşlarımız da var. Fakat, çok iyi biliyorum ki, bu arkadaşlar yarışmaya girdiklerinde, ve diyelim ki 70.000 metrekarelik bir bakanlık yapı'sı tasarlamak durumunda kaldıkları zaman, birdenbire hiç de o küçük yapılarda hedefledikleri, düşündükleri, ortaya koydukları düşünceleri oraya taşıyamadıklarmı izliyoruz.

AY: Büyük yapılarda dünyada artık, mimar kadar, onun yanında, onun önderliğinde mimarlığa ciddi katkılarda bulunan kadrolar var. Bugünün mimarlık ortammda bu ilişkileri ve bu beslenmeyi nasıl buluyorsunuz?

EA: Bu beslenmeyi çok yetersiz buluyoruz. Az önce sözünü ettiğim Amerika macerası sırasmda başımdan ilginç bir şey geçti. Çalıştığım büroda, girdiğim ilk bir iki hafta neredeyse sadece ozalit çekip, mektupları ayırıyorken kendi kendime burada ne işim var diyordum. Sonra bir gün, benim üzerinde çalıştığım projenin şefi, benden tesadüfi bir biçimde, birisinin rahatsızlanmasıyla 1 yarıda kalan bir işi bitirmemi istedi. Virginia Hastanesi'nin ek binasına ahşap bir giyotin pencere yapılıyor ve yetişmesi gerekiyor. "Sen Türksün, sizin mimarlığınızda böyle şeyler vardır" dedi. Sen bunu sistem detayı içine adapte eder misin? dedi. Benim İngilizcem de biraz az, ama bu kadarını anladım. Daha doğrusu öyle sandım. Atölyede daha önce bu konu için çizilmiş sistem detayları vardı, ve içlerindeki pencere yerleri boş duruyordu. Ben, denizlik, söve ilişkileri, iç dış malzeme, denizlik nereye kadar gidecek, giyotin nasıl inecek, su girmeyecek vb. gibi detaylar üzerinde düşünmeye başladım. Bizim Akademi'de ince yapı dersinde öğrendiğimiz Yükselen Ayaydın detaylarmı orada çizdim. 1/20'den başlayarak 1/1'e kadar damlalığma varana kadar çizdim. Sonuçta yedi sekiz tane AO pafta çıktı. Sonradan sövelerle ilgili bütün cephede bir takım değişiklikler söz konusu olduğu için dört gün kadar sürdü bu işler. Dördüncü günün sonunda, ertesi sabah götürürüm bunu diye düşünürken telefonum çaldı. Şef arıyor bağıra çağıra, "N'apıyorsun, nerede kaldın?" diyordu. Ben de zaten bitirmiştim diye koşa koşa aşağı kata indim, paftaları önüne koydum. Yüzüme baktı, "Bunlar ne böyle?" dedi bana. Ben de "Çizdim işte" dedim, utana sıkıla. Şöyle bir baktı çizimlere, "Sen deli misin, bunlar çizilmez" dedi. "Bana sadece Time Saver Standards kitabından hangi doğramaya ilişkin çalışacaksak, buraya uygun olanını seçip getirecektin" dedi. Ben nereden bileyim, daha önce öyle bir şey görmemişim, biz ahşap detaymı babalar gibi çizeriz. Hala çizeriz, çünkü böyle bir standardımız hala yoktur. İsterseniz Time Saver Standards'takı doğramayı aynen çizin, ama onu aynen uygulayacak adamı bulamazsınız. Neticede, bu benim için çok şanslı bir tesadüf de oldu. Çünkü patron bu çizimleri görmüş, "Bu çocuk nereden biliyor bunları?" demiş. Tabii hiçbir Amerikalı bunları bilmek zorunda değil. Böyle olunca ben kendimden yaşça çok büyük bir takım adamların şefi pozisyonuna yükseldim. Ama şunu gördüm ki, Amerika farklı bir yer. Orada mimar masasına oturduğu zaman kral gibidir; soru sorduğu elli tane adam var, burada ise hem büroda hem de şantiye toplantılarında size soru soran elli adam var. Tabii ki, Türkiye'de birçok şeyle biraz daha fazla uğraşmak lazım. Burada bütün organizasyon da, seçimler de bize kalıyor. Yapım sürecinde, Proje Müdürü diye bir pozisyon bile çoğunlukla yoktur. Böyle bir sistem içinde doğrusunu yapmaya çalışıyorsunuz. Benim bu düşüncelerle bitirebildiğim bir iki büyük yapı oldu. Birisi, mesleki kontrollük bazında -bakanlığın değil ama- benim doğru bulduğum tarifler çerçevesinde bitirdiğimiz, günahıyla sevabıyla tamamen bize ait olduğunu söyleyebileceğim 45 000 metrekarelik İhracatçılar Birliği yapısıdır. Ben hala bu sürecin Türkiye'de dahi, iyi tarif edilirse, karşmızda kötü niyetli bir yönetim yoksa, doğru yürüyebileceğini düşünüyorum. Belki henüz, sistem olarak Avrupa standardma yaklaşamıyoruz, ama bitmiş ürüne baktığımızda, mimarın iyi niyetle ve deliler gibi çalışmasıyla, o standartlara ulaşılabildiğini birinci elden gördüm.

AY: Standartlarda da tabii dünyada büyük farklılıklar var. Merkez'den Çevre'ye yöneldikçe bu farklılıklar kuşkusuz artıyor. Her ülkenin de kendi metropolüyle, kendi taşrası arasında bu tür farklılıklar var. Türkiye'de taşra ciddi bir tarihi birikime sahip. Ama taşra, bugün çok taşra. Büyük kente de egemen olan sıradanlık, taşrada çok daha baskın. Biz taşra denilen ortamda iş yaptığımız zaman aslında, yine kentli bir müşteri kitlesi için yapıyoruz ve gerçekte taşra için yapıyor olmuyoruz. Bir şeyler yapmak isteyen mimarlarm karşılarında çok duvar var. Bunlann büyük kısmı iyi niyetle örülmüş duvarlar; meşruluk, doğruluk, vatanseverlik adına örülmüş duvarlar. Kendini kanıtlamış bir büronun, bu duvarlar karşısında konumu farklı mı?

EA: Taşrada yapı yapmak bu sorunun doğrudan bir parçası olmayabilir ama bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Han'ın Assos'ta yaptığı yapı, ya da Nevzat'ın Dikili'de yaptığı yapı -oralar taşra olarak kabul edilirse- gerçekten de taşralıya ait yapılar değil. Ben Gazipaşa'da bir yapı yapıyorum şimdi; benim için önemli çünkü oralı olan ve bundan gurur duyan birine, onun tarafından inşa edilecek ve kullanılacak bir yapı yapıyorum. Sonucu da şimdiden çok merak ediyorum. Çünkü yapının yukarıdaki iki başarılı örnekten farklı olarak, yapıldığı çevre ile ilk bakışta aşikar bir ilişki kurmadığı gözlemlenebilir. Ancak oradaki iklim şartları tasarımın ana girdisi olmuştur. Duvarlara gelince; bunlar büyüklüğü, deneyimi ne olursa olsun her büro için geçerli ve aşılması aynı derecede zor olan duvarlar. Örneğin, Antalya Lara'da yaptığımız son otel projesinin bir estetik kuruldan geçmesi gerekiyordu. Artık o yöredeki tüm projelerin o kuruldan onay alması zorunlu imiş. Benim oraya götürdüğüm projeden önce, mimarlarını tanımadığım iki farklı proje kuruldan geçmişti: Kremlin Sarayı ve Venedik Oteli. Adı yanıltmasın, Topkapı Sarayı gibi düplikasyonlardı bunlar. Estetik kurulu oluşturan o duvarın her bir tuğlası da mimarlardan oluşuyordu. Ve sizin belirttiğiniz gibi aslında iyi niyetle ortaya çıkmış ve o yörede yaşayan mimarların çoğunlukta olduğu bir oluşumdu. Diğer projeleri kabul eden bu kurulun, benim Antalya'da yaptığım projeye nasıl baktığını herhalde tahmin edebilirsiniz. Benim projeme bakarken beni dışarı çıkarmışlardı; o sırada içeriden gelen gülüşmeleri duyuyordum hatta bayağı eğlendiklerini de düşünmüştüm. Sonra beni yeniden içeri aldılar ve projeyi anlattım. İki yöntem vardı, birincisi bu duvara hiç dokunmadan, şuradan kenarından kaçıvereyim demek, yani bazı şeyleri alttan almak, hatta başka şeyler teklif etmek. İkincisi de elime geçirebildiğim en büyük balyozla o duvarı kırmaya çalışmaktı. Ben ikinci yolu tercih ettim, ve verdikleri izinleri nasıl ve neden verdiklerini, bu düplikasyonların Türkiye için kültürel suç sayılması gerektiğini vb. söyledim. Kendi projemin de bütün bunlara bir karşı çıkış olduğunu belirtmekle yetindim. Sonuçta duvarı yıktım mı, yıkmadım mı bilmiyorum, ama proje onaylandı. Arkamdan başkaları da bu yönde çalıştı mı diye soramadım. Sonuçta aslında, bu duvarları yıkan da biz olacağız. Bunu yarışmalara burun kıvıran arkadaşlarım için de söylüyorum. Çünkü bu duvarların bir başka biçimi de yarışmalarda var. Onların boyutları daha da ürkütücü çünkü onlar daha da iyi niyetler üzerine kurulu ve akademik payandaları da var. Ben her şeye rağmen, büyük büro olmaktan bağımsız olarak, bu duvarların mücadeleci bir anlayışla yıkılabileceğini düşünüyorum. Zaten böyle düşünmesem bu mesleği çoktan bırakmış olmam gerekirdi. Çünkü bu iş bu kadar ümitsizce yürütülmez.

AY: Mimarın yaşam biçiminin üretilen şeyi ve üretme kabiliyetini çok etkilediği kanısındayım. Günlük hayata bakışıyla, mimarlığa harcadığı emek, şefkat, düşünsel beslenmesi arasında çok önemli ilişkiler var. Çağdaş, profesyonel bir üretimin süregeldiği bir büronun bir üyesi olarak Emre Arolat zamanınıı nasıl kullanmayı tercih ediyor? İkincisi, üretim yapan mimarların eğitim kurumlarıyla son dönemde yaşanan yakınlaşması çerçevesinde, katıldığınız eğitim faaliyetlerini bu zaman kullanımı içinde nereye koyuyorsunuz? Le Corbusier'nin "Mimarlık bir meslek değil, bir yaşam biçimidir" sözünden yola çıkarak...

EA: Başka türlüsü zaten söz konusu bile değil. Eğitimin içinde bulunmak, çok karşılıklı beslenmeye açık bir durum. Ben böyle durumlarda, her seferinde özellikle eğitim görenlerden çok şey öğrendiğimi fark ediyorum. Üniversite benim için her yönden bir sorgulama, çokça da kendimi sorgulama mekanıdır. Ticarethanenin dışında durma fırsatıdır, çünkü her şeye rağmen hayatımı kazanma biçimidir mimarlık. Gelecekte belki bir gün öyle bir fırsatım olur, ama bugün için tamamen ticari kaygılardan uzak icra etmiyorum mimarlığı. Bu bazen zamanı kullanırken bile önemli olmaya başlıyor. Kimi yarışmaya, çok istememe rağmen giremiyorum, çünkü bana o gün için çok da rasyonel gelmiyor. Elimden geldiği kadar zamanımı mimarlıkla ilgili geçiriyorum: Tasarlayarak, anlatarak, üzerinde konuşarak, okuyarak; tatil yaparken bile gezmek mimarlıkla ilintili oluyor. İlginç bir nokta, ben mimarların alışıldık anlamda evlilik hayatını dahi sürdürebilecekleri kanısında değilim. Son dönemde dar bir çevrede sözü edilen beşlinin hiçbirinin evlilik hayatını sürdürememiş olmasını, sadece rastlantısal bir durum olarak görmüyorum. Toplumun dayattığı anlamda her şeyle barışık bir adamın doğru bir mimar olacağını düşünmüyorum. Hatta, bir mimar olarak yüreği aşkla dolu olan bir adamı kuru gönüllü birine gözü kapalı tercih ederim: Çünkü bu bir arayış, bir dinamizm demektir. Hımbıl denebilecek adamların çok da iyi mimar olacaklarını tahmin etmiyorum.

AY: Belki biraz klasik bir soru ama, aileden, yerleşik değerlerden bahsettik; Emre Arolat olarak, kendi adına, mimarlık adına ufukta ulaşılmak, aşılmak istenen yerler nereler?

EA: Bundan yedi sekiz yıl önce bir gün bir dergide, Rem Koolhaas'm Maserati'si ile Lyon'a giderken çekilmiş bir fotoğrafının altında şöyle yazıyordu:
"Lyon'a yapılmakta olan binasının inşaatını denetlemeye gidecek, oradan uçağa yetişip Amerika'da bir toplantıya katılacak, uçakta da yapacağı konuşmanın metnini hazırlayacak vb.". Bu iş benim başımı döndürmüştü o gün. Bir gün bir Türk, bir Çevre insanı olarak bu noktaya biz de gelecek miyiz diye düşünmüştüm. Belki de uluslararası ortamda yer almanın ötesinde bir şey bu. Yaptığım mimarlığm içinde Merkez'in etkileri var kuşkusuz. Diğer yandan Çevre'nin getirdiği ölçütlere uyma zorunluluğundan da çok sıkılıyorum. Hatta Ağa Han Ödülü'ne Türkiye'den aday gösterilmeyi de reddettik. Merkez'e giden her yol mubah mıdır, bence değildir. Bunların içinde, "Çevre ülke" mimarı gibi davranmak, Merkez'dekilerin bizi içinde oynarken görmek istedikleri veya bize biçtikleri rolü sahiplenmek daha kestirme bir yol. Her tarafmdan 3. Dünya damlayan tasarımların Merkez'de daha kolaylıkla kabul gördüğü de bir gerçek. Yani Merkez'in pek de severek sahiplendiği kendi alanına girmeye çalışmazsa, bir Türk'ün kabullenilmesi her bakımdan daha kolay. Bu kolay yol bana hiç de heyecan verici gelmiyor. Bir Türk olarak oralara çağırılıyor olmayı hedefliyorum. Ama "onlar"ın bugün kolay kabulleneceği bir Türk gibi değil galiba...

AY: Son dönemde yaptığınız, en çok içinize sinen tasarım hangisidir ve niye?

EA: Ankara Büyükşehir Belediyesi Yarışması için yaptığımız tasarım, benim çok denk geldiğini hissettiğim, çok doğru bulduğum ve düşüncelerimizi de ortaya çok netlikle koyabildiğimizi düşündüğüm bir fırsattı. Olabildiğince arınmış, bütün dış etkileri hiçe sayan (çevre verileri değil de, jüri verisi, alışıldık olma verisi vb) bir projeydi. Son zamanlarda hem kentsel ölçekte, hem tek yapı olarak, hem de detay düzeyinde ele alındığında bana çok doğru gelen bir tasarımdı.

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz