Haberler

Kyoto Sonrası Uygulanabilecek Mekanizmalar

Tarih: 8 Kasım 2007 Kaynak: Açık Radyo
Ömer Madra: Bugün Kyoto sonrası uygulanabilecek mekanizmalar hakkında konuşalım. Ne gibi şeyler öneriliyor ve bunlar uygulanabilir mi?

Semra Cerit Mazlum: Kyoto Protokolü’nün öngördüğü yük paylaşımı sisteminin ve buna ulaşmak için kurduğu mekanizmaların yetersizliği baştan bu yana biliniyor zaten. Aynı zamanda bu yetersizlikler ABD gibi pek çok ülkenin katılmama gerekçesinin dayanaklarından birisini oluşturuyor.

ÖM: “Adaletsiz” diyorlar, belki kendi açılarından haklılık payları olabilir, ama olağanüstü bir adaletsizliğin başında yer alan ülkeler bunlar; Amerika dünyadaki karbon emisyonunun %25’inden fazlasını tek başına yapıyor.

SCM: Evet, başka anlaşmalarda olduğu gibi Kyoto Protokolü’nde de çerçeveyi belirleyecek olan nosyonlardan birisi adalet. Fakat iklim değişikliği ile mücadelede, sera gazlarının azaltılması konusundaki yüklerin paylaşılması anlamında adaletsizliğin ya da adaletin nerede olduğu konusunda farklı yaklaşımlar söz konusu. Her ülke kendi koşullarından, kendi tarafından bakarak bir adalet tanımı getirmeye çalışıyor. Amerika da, baştan bu yana bunun adaletsiz bir anlaşma olduğunu öne sürüyor. Onların adaletsiz nitelemesinin arkasında da gelişmiş ülkelere ve ABD’ye büyük yükler getirirken, onlar kadar hızlı bir şekilde emisyonları artmakta olan başka ülkeleri, hızla gelişen az gelişmiş ülkeleri bu yük paylaşımının dışında tutuyor olması ve başlıca rakibi olarak gördüğü Çin’in yük paylaşımının dışında olması yatıyor. Fakat bu adalete tek yanlı bir bakış açısı tabii ki, öbür taraftan da tarihsel olarak baktığımızda, gelişmiş ülkelerin, OECD ülkelerinin şu andaki atmosferdeki sera gazi birikimlerindeki payının daha fazla olduğunu görüyoruz. Şu andaki atmosferik sera gazı birikiminin %80’i bu gelişmiş ülkelerden kaynaklanmış durumda, yani dünya nüfusunun yaklaşık %20’sinden kaynaklanmış durumda.
ÖM: Üstelik petrol ve fosil yakıt talebi dolayısıyla emisyonları artma eğiliminde bu zengin ülkelerin değil mi?

SCM: Evet emisyonlarda artış söz konusu. Bu modellere önerilen yeni yaklaşımları, yük paylaşımının neler olduğunu konuşmadan önce genel küresel emisyon durumuna bakalım; çünkü iklim değişikliği çerçeve sözleşmesinin sekreteryası geçtiğimiz hafta bu emisyonların durumlarını yayınladı. Biliyorsunuz her sene bu dönemde yayınlıyor sekreterya bu emisyon trendlerini. Bu sene biraz daha erken yayımlandı bu emisyon sentez raporu. 1990-2005 arasındaki emisyon eğilimlerini ortaya koyuyor bu rapor. Ek1 ülkelerinin emisyonlarının, yani gelişmiş ülkeler kategorisinde yer alan 41 ülkenin 1990-2005 arasındaki emisyonlarının genel bir değerlendirmesi. İlk çarpıcı sonuç 1990’dan 2005’e kadar emisyonların beklendiği gibi düşmüyor oluşu ve yüksek artış eğilimlerinin sürüyor olması, geçtiğimiz bir kaç yılda da olduğu gibi. Şöyle bir baktığımızda bütün Ek1 ülkeleri, hem OECD ülkeleri, hem de geçiş ekonomisi ülkelerinin toplamının emisyonları 1990’dan 2005’e kadar 2.8 oranında düşmüş. Kyoto’nun %5 indirim hedefini dikkate aldığımızda bir hayli gerisinde olduğunu görüyoruz bu 2.8’lik düşüş oranının.

ÖM: Neredeyse yarısı, hatta ABD gibi gelişmiş ülkeler için %7 gibi hatırlıyorum.

SCM: Tekil olarak ülkere baktığımızda, Amerika’nın hedefi %7 idi, eğer üstlenmiş olsaydı, kabul etmiş olsaydı bu yükümlülüğü. Ancak onun çok arkasında olduğunu görüyoruz. Bu %2.8’lik düşüşün de büyük oranda, önceki yıllarda olduğu gibi, geçiş ekonomilerinden kaynaklandığını görüyoruz. Onlar hâlâ 1990 seviyelerine gelemedikleri için ekonomik anlamda bir yüksek düşüş oranı hâlâ devam ediyor, kendi içinde artıyor olmakla birlikte. Dolayısıyla o ülkelerdeki ekonomik toparlanma süreci bu 41 ülke içinde, emisyonların bir oranda düşük gerçekleşmesine katkıda bulunmuş oluyor.

Öbür taraftan geçiş ekonomisi olmayan gelişmiş ülkelere baktığımızda, tam tersine, onlarda bir artış söz konusu. 1990’dan 2005’e gelen süre içerisinde %11’lik artış gerçekleşmiş bu ülkelerde. Hem bu 15 yıllık süre içerisinde bir artış olduğu gibi, 2000’den 2005’e kadar da hâlâ artış devam ediyor. 2000 yılında %9 iken artış oranı, 2005’e geldiğimizde %11’e çıkıyor, yani %2’lik bir artış gerçekleşmiş 5 sene içerisinde. En hızla artışın burada olduğunu söylemek mümkün, çünkü 2000 yılında biraz daha iyimser olmaya yol açabilecek, daha yüksek oranlarda düşüş oranları vardı. Fakat 2000’lerden sonra dünya genelindeki ekonomik büyüme, ekonomik canlanma ve bunun da yakıt kullanımında, enerji kullanımında getirdiği artışlar, emisyonların da bununla bağlantılı olarak artmasına katkıda bulunuyor son yıllarda.

ÖM: Mesela benim elimde bu konuda ilginç bir haber var; New York Times’ta 9 Ekim tarihinde çıkan bir haberde, küresel ısınma ve fosil yakıtların bundaki büyük rolünün yarattığı büyük kaygıya rağmen, küresel tüketim o kadar hızlı yükseliyor ki, başta Amerika olmak üzere, dünyadaki petrol ve doğalgaz talebi önümüzdeki 25 yıl içinde %50 artacak diye bir hesap çıkmış. Bu bitti demek zaten.

SCM: Evet Dünya Uluslararası Enerji Ajansı’nın tahminleri de bu yönde. 2050’lere kadar en geç %51 artış öngörüyor fosil yakıt kullanımında, enerji kullanımında ve ağırlıklı olarak fosil yakıt kullanımında. Bu da demektir ki, eğer teknolojik iyileştirmeler sayesinde enerjinin payı, enerjinin yoğunluğu azaltılamazsa, emisyonlar artmaya devam edecek bu süreçte. Bu da zaten daha kapsamlı ve katı yükümlülükler getiren bir ikinci uluslar arası anlaşmanın gerekliliğini bir kere daha ortaya koyuyor.

Ülkeler düzeyinde baktığımızda, 1990-2005 arasında da geçen senekine benzer bir durum söz konusu. Öncelikle şunu söylemek lazım ülkelere geçmeden önce; Türkiye 2005 yılı emisyon durumunu gösteren envanterini göndermemiş 2007 yılı içerisinde.

ÖM: Yine göndermemiş mi?

SCM: Çalışmalar devam ediyordu benim bildiğim kadarıyla, fakat 2007 yılında, Eylül’e kadar gönderilmesi gereken envanter raporunu göndermemiş Türkiye.

ÖM: Kasım’a geldik?

SCM: Yani 2005 değerlendirmesinde Türkiye’yi dikkate alamamış oluyoruz dolayısıyla. Bu büyük ölçüde şundan da kaynaklanıyor olabilir; daha önceki programlarda konuşmuştuk, geçen sene Türkiye ilk emisyon envanterini gönderdiğinde sekreteryaya bazı eksiklikler saptanmıştı hesaplamalarda, onlara değinmiştik. Hesaplama yöntemlerinin ve dahil edilen emisyon kaynaklarının iyileştirilmesi, geliştirilmesi gerekiyordu, Türkiye’nin onun üzerine çalışması gerekiyordu. Ulusal bildirimde de benzer türden eksiklikler söz konusuydu. Belki bu iyileştirme sürecinin uzamasından kaynaklanıyor olabilir, fakat sonuç olarak şu anda Türkiye’nin 2005 rakamları yok elimizde. Dolayısıyla 2005 yılı genel durumu içerisinde Türkiye birinciliği İspanya’ya kaptırmış durumda.

ÖM: Öyle mi?

SCM: Yalnızca 2005 yılı rakamlarını dikkate alırsak, bu 15 yıllık sürede İspanya %53.3 oranıyla en yüksek emisyon artışını gerçekleştiren ülke olmuş.

ÖM: Bir yıl için mi bu hesap?

SCM: 1990-2005 artışı için söylüyorum. Böyle olmakla birlikte, bu değerlendirmeye 2004 rakamlarını da dahil ettiğiniz zaman, Türkiye hâlâ birinci durumda, yani İspanya Türkiye’yi bir senede geçememiş.

ÖM: Yani şöyle de söyleyebiliriz, bu rakamlara göre, son envanteri göndermemiş olmasına rağmen, mevcut verilerle Türkiye dünyada emisyonları en hızlı artan ülke.

SCM: En yüksek artış gerçekleştiren ülke olma konumunu sürdürüyor hâlâ.

ÖM: Belki Çin ve Hindistan bunun dışında olabilir.

SCM: Evet, Hindistan’ın da yüksek artışı olmakla birlikte Çin başı çekiyor. Tabii onlar bu rapora dahil edilmediği için karşılaştırmalı bir değerlendirme yapamıyoruz. Türkiye’nin oranlarıyla ilgili bazı küçük düzeltmeler de yapılmış; 72.6 gibi rakamlar konuşuluyordu, arazi kullanımı değişikliği ve ormancılık faaliyetlerini dışarıda tuttuğumuzda, genel artış oranının %74.4 olduğunu görüyoruz. Bu çok yüksek bir oran, yani öteki bütün ülkelerin hiçbir önlem almaması durumunda belki ancak gelebilecekleri bir yer. Türkiye dışındaki öteki ülkelerin çeşitli türlerden önlemleri yürürlüğe koyduklarını biliyoruz.

ÖM: Çok endişe verici bir şey Türkiye’nin böylesine yüksek bir artışı sürdürüyor olması.

SCM: Evet, hem bugüne kadarki rakamlar açısından endişe verici, aynı zamanda da Kyoto sonrasındaki yükümlülük döneminde de, Türkiye’nin daha anlamlı önlemler, politikalar geliştirmek zorunda olduğunun da işareti anlamına geliyor. Öncelikle bu yüksek artışın durdurulması lazım ve belki ondan sonra belli yıllardaki düzeylerin altına düşmek için önlemlerin uygulanması lazım. Her halükârda Türkiye’nin bugün olduğundan farklı politikalar yürürlüğe koyması gerektiğini de gösteriyor bize.

ÖM: Bunun ipuçlarını da şimdilik görmüyoruz galiba?

SCM: Evet, şu andaki tartışmaların yürütülüş biçimene baktığımızda, örneğin, Mecliste kurulması kararlaştırılan küresel ısınmayla ilgili önlemlerin araştırılması komisyonunun görev kapsamına baktığımızda, bu türden bir yaklaşımın olmadığını görüyoruz. Daha fazla sonuç odaklı bir yaklaşım söz konusu. Yani Türkiye’nin küresel iklim değişikliğinden nasıl etkileneceği ve bunlarla başa çıkmak için hangi önlemlerin alınması gerektiği yolunda bir yaklaşım üzerinden faaliyetlerini sürdürmesi kararlaştırıldı bu kurulan komisyonda. Bürokratik düzeyde baktığımızda, karar alma mekanizmalarına baktığımızda da, orada yürüyen çalışmaların da yine bu bağlamdan uzak gerçekleşmekte olduğunu görüyoruz.

Amerika’nın durumu da yine önemli bunun rakamların içerisinde. 1990-2005 arasında %16.3 artış gerçekleştirmiş Amerika. Bu da şu anlama geliyor, %7’lik indirim hedefiyle birlikte ele aldığımızda olması gerekenin %23 üstünde Amerika. Yani Kyoto’da yazılı olan, fakat Amerika’nın üstlenmediği yükümlülük açısından dikkate aldığımızda, onun %23 üstünde Amerika. Bu da yine Türkiye gibi, Amerika’yı ikinci yükümlülük döneminde ya da sonraki dönemlerde güç bir durumla karşı karşıya getiriyor. Onların da daha sıkı politikaları ve önlemleri kabul etmesi gerektiğini gösteriyor bize.

Emisyonlarını düşürme eğilimine giren bir kaç ülke var; anlamlı düşüşlerden söz edebileceğimiz bir kaç ülke arasında, İngiltere ve Almanya’yı görüyoruz. Almanya %18.4, İngiltere %14.8 oranında düşüşler gerçekleştirmişler bu süre içerisinde. Bu kadar yüksek olmakla birlikte, Almanya’nın AB içindeki kendi hedefinden uzak olduğunu söyleyebiliriz; çünkü %21’lik azalma gerçekleşmesi gerekiyordu, onların da daha fazla çaba harcaması lazım. Avrupa Birliği 15 ülkelerine baktığımızda onların da %1,5 ile 1990’ın altına gidebildiklerini görüyoruz. Yani %8’lik indirim hedefine ulaşabilmesi için AB’nin hâlâ %6,5 oranında indirim gerçekleştirmesi gerekiyor 2012’ye kadar kalan süre içerisinde. Bu da yine şu andaki politikalarla gerçekleştirilemeyecek gibi görünüyor AB ülkeleri tarafından, onların da bütün Kyoto mekanizmalarını sonuna kadar kullanmaları gerekiyor, yani emisyon ticaretini, temiz kalkınmayı ortak yürütmeyi sonuna kadar kullandıkları durumda ve yutaklarını hesaba kattıkları durumda ancak %8’e ulaşabilecekleri tahmin ediliyor. Bu şunu gösteriyor, hem ülkeler arasında hem ülke grupları açısından baktığımızda, bir yüksek artışı göstermekle birlikte şu andaki önlemlerin kesinlikle yetersiz olduğunu bir kere daha açıkça ortaya koyuyor. Aynı zamanda alınan önlemlerin de verilen sözlerle örtüşmediğini, arada bir açık olduğunu gösteriyor. Yani bir uluslararası anlaşmayla bağlı olan ülkelerin o taahhütlerini yerine getirebilmeleri için daha kapsamlı ve sonuç alıcı önlemleri bir an önce yürürlüğe koymaları gerekiyor.

ÖM: Tabii yalnız hükümetleri ya da büyük şirketleri suçlamakla da yetinemeyiz çünkü kendi hayat tarzlarımızda da fazla bir değişikliğe gittiğimize dair bir belirti yok.

Avi Haligua: Ama bu değişiklik için de bir yandan altyapıyı hazırlaması gerekenlerin hükümetler olduğunu düşünmek gerekmiyor mu?

ÖM: Doğru, ama hükümetleri de zorlayacak olan da halkın kendisi, yani hiçbir hükümet böyle bir talep gelmediği zaman harekete geçmiyor, herkes bir başkası yapsın diyor, başkasından bekliyor. Bunun en kötü tarafı da, yalnız harekete geçmemekle kalmıyor bir felç durumu yaratıyor. “Hükümetler biz istemedikçe harekete geçmezler” diyor Monbiot. Ama biz şu anda, Queen’in ünlü şarkısında olduğu gibi, her şeyi birden istiyoruz, aynı anda herşey olsun, biz palmiyeli plajlarda tatil geçirelim, devasa ciplerimiz de olsun, plazma televizyonlarımız da olsun, bir de üstüne üstlük temiz vicdanlarımız da olsun. Böyle de çok kolay olmuyor doğrusu, Bush’u suçlamak kolay da.

SCM: Her iki tarafın da, hem toplumların hem devletlerin rolünün olduğunu tespit etmemiz lazım. Fakat dediğiniz gibi, hükümetler politikalar ortaya koysalar, yasalar düzenlemeler yapsalar bile yurttaşların bu yönde davranış değişikliği gerçekleştirmeleri lazım. Dolayısıyla bireysel çaba büyük önem kazanıyor burada iki yönlü olarak, hem devletten bu genel çerçeveyi, yani bireylerin sorumlu davranışlar gerçekleştirebileceği yasal ve kurumsal çerçeveyi kurmalarını isteme, talep etme yükümlülükleri söz konusu, hem de bu çerçeveler kurulmuşsa bunlara uymaları yine kendileri için etik davranış normları geliştirip pratiklerini buna göre değiştirmeleri gerekiyor. Fakat devletlere düşen önemli bir rol galiba burada daha fazla tüketimi özendirmemek olmalı. Bazı hükümetler, Türkiye de dahil bu kurumsal ve yasal çerçeveyi kurmamak yanında, tam tersine yurttaşların kendiliklerinden benimsemeye geliştirmeye başladıkları sorumlu davranışa ket vurucu, onu tam tersi yönünde etkileyici politikalar da izliyorlar. Tüketimi arttırıcı, sera gazlarının artışına, iklim değişikliğine katkıda bulunan pratikleri özendirici politikalar da izliyorlar. Zaman zaman dile getirdiğimiz gibi, hava ulaşımını özendirmek, bunu bir temel ihtiyaç gibi göstermek yolunda da teşvik politikaları izleniyor biliyorsunuz.

ÖM: Türkiye’de de bu çok net olarak görülüyor.

SCM: Bir ülkenin gelişmişlik düzeyi hedefini daha fazla tüketim olarak koyduğu zaman hükümetler, kendiliğinden, başka hiçbir çaba harcamaksızın iklim değişikliğine katkıda bulundukları ortada. Belki bundan vazgeçmek daha anlamlı bir yaklaşım şimdilik, çünkü bu toplumdaki hakim etik anlayışı da, çevreyle ilişki biçimini de belirleyici bir rol oynuyor. En zararlı kamusal yaklaşımlardan bir tanesi herhalde bu olsa gerek; zenginliğin nasıl tanımlandığı, ne türden bir üretim ve tüketim modelinin konulmuş olduğu.

ÖM: Evet bu çok önemli tabii.

SCM: Bu sürdürülebilirlik anlayışı içerisinde değil de sürdürülemezliği teşvik edici toplum modellemesi ve yönlendirmesi daha yıkıcı sonuçlara yol açıyor diyebiliriz. Amerika’yı örnek göstermekten, bir zenginleşme tarzı olarak, -zenginlik düzeyinden bahsetmiyorum, zenginlik tarzı olarak- kaçınmamız gereken kamusal politika yaklaşımlarından bir tanesi.

ÖM: İngiliz hükümeti adına kapsamlı bir rapor hazırlayan iktisatçı Nicholas Stern de, galiba yeni bir model önermiş.

AH: Aslında model önermekten çok durumu tanımlıyor. Ne kadar fazla karbon emisyonu olduğuna ve bunların hangi ülkelerden kaynaklandığına ve bunların ekonomik durumlarına bakmış Stern ve şöyle bir sonuca varmış; “zengin olanlar ödemezse çok fazla yapılabilecek şey yok” diyor. Yani bu işin maddi tarafını ödemesi gereken daha fazla AB ve ABD’dir demiş Stern.

SCM: Biz de asıl olarak bunu konuşmayı planlamıştık, kimin neyi ödemesi gerektiği.

ÖM: Vaktimiz kalmadı maalesef, ama sizin söylediğiniz şey çok önemliydi, bunu daha sonra bir sonraki programda konuşabiliriz, ama Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu yükselen emisyon rakamları daha da çarpıcı geldi bana doğrusu.
SCM: Kimin ödemesi gerektiği hep belirleyici soru olageldi baştan bu yana. Fakat Kyoto Protokolü o dönemde önerilen kapsamlı, daha adil, herkesin bir şekilde dahil olabileceği bir modeli benimsemek yerine, son derece basit bir yaklaşımla ülkelerin verdikleri sözler üzerinden bir yaklaşım, yani taahhütleri üzerinden bir yaklaşımı esas aldı. Yani, hangi ülke ne kadar indirebilirim derse, onların bir araya gelmesiyle, onların üzerinden pazarlık yapılmasıyla, 1997 yılındaki emisyonlar esas alınarak yükler paylaştırılmış oldu. Bunların karşısında bugün de hâlâ tartıştığımız ve geçerliliğini sürdüren, daha ayrıntılı bir şekilde ele alınması gereken başka yaklaşımlar vardı. Bunlardan bir tanesi ‘eşit haklar’ yaklaşımıydı, yani eşit emisyon hakları yaklaşımı. Farklı şekillerde ifade ediliyordu, modellenebiliyordu bu eşit emisyon hakları yaklaşımı. Bunlardan bir tanesi de, ‘contraction and conversions’ diye anılan, ‘kısma ve yakınsama’ diye Türkçe’ye çevrilebilecek olan bir modeldi. Neyi öngörüyor bu yaklaşım?

ÖM: Aslında ona geniş ve karmaşık bir konu da olduğu için isterseniz onu bir sonraki programa bırakalım ve çerçeveyi de şöyle çizelim; Önümüzdeki ay Bali’de toplanacak olan hükümetlerarası iklim değişikliği panelinin de, dünyada bu işle uğraşanların da en çok üzerinde duracakları mesele, Kyoto’dan sonra yeni getirilecek mekanizmalarda nasıl daha etkin olunabileceği?

SCM: Birden çok sayıda model önerisi var; Bali’de toplanacak olan Protokokol’ün Taraflar Konferansı’nda, 2012 sonrası için söz konusu olacak anlaşmanın görüşmelerine başlanması bekleniyor, umuluyor. O görüşmelerde de Kyoto’dan daha farklı bir çerçeve ve mekanizmanın esas alınması en büyük beklenti; hem bu çevresel etkinlik, yani emisyonları azaltma, hem de adil olma anlamında, bütün ülkelerin kendi kapasitelerine göre ve insanların temel haklarını dikkate alacak şekilde bir model üzerinde yükümlülüklerin paylaştırılması gerektiğini söylememiz lazım. O nedenle de farklı türlerde önerileri dikkate almak, belki birleştirebilmek, bunları bir anlaşma metnine dönüştürebilmek gerekiyor, oldukça güç olsa bile.

Bunları önümüzdeki programa bırakıp kapatırken, kısaca şunu hatırlatmak lazım; Amerika’da geçtiğimiz hafta, Amerikan yükümlülükleriyle ilgili olarak. bir öneri kabul edildi senatoda oluşturulan bir alt komisyonda, bu da yine bir önemli adım gibi değerlendirilebilir. Şimdiye kadar çok sayıda bu yönde öneri vardı, fakat bu sefer daha geniş bir destek görüyor öncekilere göre. İki senatörün, hem cumhuriyetçi hem tarafsız olan, daha önce demokrat olan ama şimdi tarafsız olan bir senatörün önerdiği, getirdiği teklif üzerine kabul edildi bu. 2020’ye kadar Amerika’da emisyonların 2005’in %15 altına düşmesini öngörüyor, yani 1990 yılını bırakmış durumda artık Amerika.

ÖM: 2005’in %15 altı çok yüksek bir hedef aslında.

SCM: Evet, şu andaki rakamlara baktığımızda, 2020’ye kadar 2005’in %15 altına düşebiliyorsa eğer Amerika, bu önemli bir indirim anlamına gelir. Yine Kyoto’ya benzer bir şekilde sınırlama ve ticaret yaklaşımını esas alıyor. Bir ulusal üst sınır konacak emisyonlar için, ondan sonra bu emisyon bütçesi oluşturulacak, bu bütçe de belli başlı kirletici sektörler arasında ve daha sonra da şirketler arasında paylaştırılacak emisyon izinleri verilecek bu şirketlere. Bunlar ister kendi teknolojik uyumları yoluyla, ister emisyon ticareti yoluyla, kendilerine verilen bu kotalar içinde faaliyet göstermek zorunda olacaklar. Bu Amerika’nın en fazla benimsediği yaklaşımlardan bir tanesi, yani emisyon ticareti. Kükürt dioksitte de böyle bir politika izliyorlar biliyorsunuz. Amerika’nın küresel bir anlaşmaya bağlanması açısından bu önemli, her halükârda Amerika’nın Kyoto sonrası anlaşmaya bir şekilde giremeyeceği artık kesinleşmiş görünüyor. 2009’da sonuçlanmasını öngörüyoruz biliyorsunuz bu yeni anlaşmanın, o zamana kadar yeni bir yönetim gelmiş olsa da, bir ulusal pozisyon belirleyip de bu görüşmelerin içine katılabilmesi ve yükümlülük alabilmesi pek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla şu yönde senaryolar var; Amerika kendi ulusal düzenlemesiyle uluslararası anlaşmaya bir şekilde bağlanabilir, yani “uluslararası hukuk altında, kendi ulusal düzenlememle yükümlüyüm” şeklinde bir beyanda bulunabilir ve öteki ülkeler de en azından bu yöndeki bir Amerikan taahhüdünü kabul edebilirler. Daha sonraki dönemlerde, Amerika Kyoto’nun sonraki aşamalarına katılabilir, fakat bu önemli bir iyiniyet mesajı olur bütün ülkelere. Özellikle de Çin gibi, “önce Amerika” diyen ve Amerika katılmadan bir yükümlülük almaya taraftar olmayan ülkelere de ikna edici bir çözüm olabilir. Bu anlamda bu gelişme önemli.

ÖM: Bunun üzerinde tekrar durabiliriz.
YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.