Haberler

Mübeccel Kıray’ın Ardından

Tarih: 27 Kasım 2007
ODTÜ Sosyal Bilimler Bölümü’nün kurucusu, sosyolojinin üniversitelerden kurumsallaşması yönünde büyük katkıları olan Mübeccel Kıray 8 Kasım 2007 tarihinde aramızdan ayrıldı.

Cumhuriyet’in ilan edildiği 1923 yılında İzmir’de doğan Kıray, İlhan Tekeli’nin de aşağıdaki yazısında belirttiği gibi tam bir modernist Cumhuriyet kızı olarak yetişti. Türkiye’de gelişmesinde büyük emek verdiği ODTÜ Sosyoloji Bölümü, İstanbul Teknik Üniversitesi en son olarak da Marmara Üniversitesi’nde, İlber Ortaylı’nın 17 Kasım 2007 tarihinde Milliyet gazetesindeki köşesinde belirttiği gibi “1960'ların sosyolojisine bir kuşak yetiştirdi. Bunların içinde sadece sosyologlar değil; şehirci, mimar, iktisatçı ve tarihçiler de vardır.”

Mübeccel Kıray’ın ardından, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’ndeki yüksek lisans eğitimi sırasında Mübeccel Kıray’ın öğrencisi olan Prof.Dr. İlhan Tekeli, İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. İhsan Bilgin’e onunla ilgili görüşlerini sorduk.

İlhan Tekeli’nin görüşleri:
Değişmenin Sosyoloğu Mübeccel Kıray
Tarih Vakfı, mütevelli heyetinin kurucu üyelerinden biri olan Mübeccel Kıray’ın 8 Kasım 2007’deki kaybının büyük acısını yaşıyor. O Türkiye’de sosyolojinin bir efsanesiydi. Günümüzde çok değerli sosyal bilimcilerimiz var. Ama efsaneleşmek değerli olmanın ötesinde bir nitelik. Bilime katkının ötesinde bir kişilik, bir duruş gerektiriyor. Konunun ilgilileri bir araya geldiğinde ancak bu tür kişilerin anektodlarını birbirine anlatmaktan zevk alıyorlar, onun efsaneleşmesini sağlıyorlar. Bu da onun yaşam öyküsünü toplum için ulaşılması zor bir rol modeli haline sokuyor.

Kıray’ın efsaneleşmesinde Türkiye’nin sosyoloji tarihindeki özel konumunun da önemli bir payı var. Türkiye’nin sosyoloji tarihinde üç atılım dönemi var. Birinci atılım İkinci Meşrutiyet Dönemi'nde Ziya Gökalp’in öncülüğünde olmuştur. İmparatorluğun kurtuluşu konusunda sosyolojiye çok ümit bağlanmıştır. Ama Cumhuriyetin kuruluşundan sonra sosyolojiye duyulan ilgi büyük ölçüde sönümlenmiştir. Sosyolojinin ikinci kez canlanışı 1940’lı yıllarda Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde gerçekleştirilmiştir. Ne yazık ki bu gelişme 1948 yılında bu fakültede yapılan tasfiyeyle durdurulmuştur. Bu suskunluğa son verilmesi, 1961 Anayasası ve onun bir kurumu olan Devlet Planlama Teşkilatı'nın sosyal bilimlere getirdiği yeni bir hava içinde ODTÜ’de olmuştur. Kıray bu üçüncü canlanışın mimarıdır. Bu canlanıştan sonra sosyal bilimlerin gelişmesi süreklilik kazanmıştır. Bu dönemde sosyal bilimlerin gelişmesinin kazandığı momentumu iktidarlar artık durduramamıştır. 1980 askeri müdahalesi sonrasındaki askerlerin bu konudaki çabalarının sonuçsuz kalmış olması bu bakımdan önemlidir.

Kıray Cumhuriyetin kurulduğu yıl İzmir’de doğmuştur. Ailesi Girit’in kaybı dolayısıyla İzmir’e göç edenlerdendir. Babası demiryolların Türklerce işletilmesinde görev alan demiryolu mühendislerindendir. Annesi bir süre ilkokul öğretmenliği yapmıştır. Kıray ilk ve orta öğretimi İzmir’de Cumhuriyet’in coşkusunun sürdüğü yıllarda yapmıştır. Daha sonra o dönemin eğitim kalitesiyle ünlü olan İzmir Kız Lisesi’nde okumuştur. Onun yaşam öyküsü Cumhuriyetin yaşam öyküsüyle iç içe gelişmiştir. Tam modernist bir Cumhuriyet kızı olarak yetişmiştir.

Biraz da olayların sürüklemesiyle sosyolog olmuştur. Lise dokuzuncu sınıfta iken babası ölünce ablasının evinde yaşamaya başlamıştır. Ablası mühendis kocasının işleri dolayısıyla Ankara’ya taşınınca 1940 yılında liseyi bitiren Kıray’ın da üniversiteye Ankara’da gitmesi gerekmiştir. Lisede fen kolunu bitiren Kıray biyoloji ve tıp gibi mesleklere ilgi duymaktadır. Oysa o yıllarda Ankara’da bu dallarda yükseköğretim yoktur. Siyasal Bilgiler Mektebi kız öğrenci almamaktadır. O da hukuku istememektedir. Bu durumda sosyoloji bölümünü seçmek zorunda kalır.

Kıray’ın şansına sosyoloji bölümü çok önemli bir atılımı yaşamaktadır. 1939 yılında ABD’de eğitimlerini yapmış olan Muzaffer Şerif Başoğlu, Behice Boran, Niyazi ve Mediha Berkes bu bölüme gelerek yeni bir sosyoloji eğitimini başlattılar. Ayrıca Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde W.Eberhart gibi bir Orta Asya uzmanı, Pertev Naili Boratav gibi bir folklor araştırmacısı, Nusret Hızır gibi bir felsefeci bulunmaktadır.

Böyle bir kadronun elinde sosyoloji bölümü spekülatif düşüncelerin aktarıldığı bir yer olmaktan çıkarak görgül temelli bilgilerin üretildiği bir yer haline getirilmeye çalışıyordu. Kıray burada çağdaş bir sosyoloji eğitimi aldı. Behice Boran’la doktorasını yaptı. Daha sonra Northwestern Üniversitesi’nde tanınmış bir antropolog olan Herskowitz’in yanında ikinci doktorasını “Dört Farklı Kültürde Gösterişçi İstihlak Eğilimleri” konusunda yaptı. Ama o yaşamının daha sonraki yıllarında daha çok Behice Boran’ın öğrencisi olmayı sürdürdü.

Kıray 1950 yılında Türkiye’ye döndü. Türkiye bu yılda çok partili rejime geçmişti. Bir söyleme göre Türkiye demokrasiye geçmişti. Ama gerçekte sol dünya görüşüne sahip olanlar açısından Türkiye en karanlık günlerini yaşıyordu. İki doktora yapmış olan Kıray Türkiye’ye döndüğünde akademik yaşamı kendisine kapalı bulunur. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki hocaları tasfiye edilmiştir. İstanbul Üniversitesi’nde Fındıkoğlu’nun kürsüsünün açtığı asistanlık sınavına girer. Sınavı kazanır ama işe başlatılmaz. O da Amerikan Haberler Ajansı’nda , Abbot ilaç firmasında çalışır. Bu karanlık dönemde en önemli aydınlık 1952 yılında İbrahim Kıray’la evlenmesi olur. 1957 yılında tek kızları Emine Kıray doğar. Mübeccel ve İbrahim Kıray çok uyumlu bir çift oluşturur. İbrahim Kıray’ın Mübeccel hanımın başarısına katkısı mutlu bir aile yaşamını gerçekleştirmenin ötesindedir. O Mübeccel hanımın tüm çalışmalarının heyecanlı bir destekçisi ve katılımcısıdır. Nitekim Mübeccel hanım tüm eserlerini İbo’suna ithaf etmiştir.

Yakın arkadaşı Nermin Abadan’ın cesaretlendirmesiyle dışarıdan sınava girerek 1960 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde doçentlik unvanı alır. Doçentlik kadrosuna atanmak için hem Siyasal Bilgiler Fakültesine hem de ODTÜ’ye başvurur. ODTÜ’de işlemleri hızla tamamlanır. Kıray’ın 1973 yılında ODTÜ’den emekli oluncaya kadar olan en verimli yılları başlar.

Mübeccel Kıray’ın Türkiye’de sosyoloji öğrenimi ve Amerika’dan döndüğü yıllarda Türk toplumu bir toplumun yaşabileceği en önemli dönüşüm olan kentleşmeyi yaşıyordu. Kıray olgulara dayandırılmış sosyoloji anlayışı içinde işte bu dönüşümle ilgilendi ve sosyal değişmenin sosyoloğu oldu. İşte bu nedenle onun Boran’ın öğrencisi olmayı sürdürdüğünü söyledim. O yıllarda günümüzdeki sosyal değişme normal görülen istenen bir şey değildi. Değişme sırasında ortaya çıkan sorunlar karşısında Türkiye’de aydınların genel tutumu, değişmeyi yavaşlatmayı çözüm olarak görmekti. Oysa Kıray gözlenen tüm sorunların değişmenin yeterince hızlı olmamasından kaynaklandığını düşünüyor, değişmenin hızlandırılmasını öneriyordu.

Kıray yaşanan değişimi Türkiye’de köylülüğün çözülmesi süreciyle açıklıyordu. Bu süreç içinde kırda açığa çıkan emeğin kente geldiğinde kente uyum yaparken karşılaştığı sorunlar üzerinde durmuştur. Bu yeni gelenlerin marjinal işlerde çalışarak kent merkezi iş alanı çevresinde yüzer gezer bir grup oluşturduğunu göstermiştir. Kıray, köy, kasaba, kent kademelenmesinin herbirinde Türkiye’de yaşananları, Türkiye’deki metropolitenleşmenin özellikleri üzerinde de durararak tamamlamıştır. Kıray’ın sosyolojisi içinde köylülükteki çözülme ve bunun devamında ortaya çıkan kentleşme biçimleri ana ekseni oluşturmuştur. O ağırlıklı olarak bir kent sosyoloğudur.

Mübeccel Kıray 1960-1970 yılları arasında planlama bakımından üç önemli saha araştırması yapmıştır. Bunlardan ilki Türkiye’nin ikinci demir çelik fabrikasının kurulduğu Ereğli’de yürütülmüştür. Kıray’ın daha sonraki yıllarda klasikleşen bu çalışması 1964 yılında DPT tarafından Ereğli, Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası adıyla yayınlanmıştır. Türkiye’de DPT’nin turizm faaliyetlerini geliştirmek için bir politika tercihi yaptığı bir dönemde Türkiye’deki sosyal yapının turizme elverişliliğini saptamak için Ege bölgesinde bir saha araştırması yürütmüştür. Bu çalışma 1965 yılında Yedi Yerleşme Noktasında Turizmle İlgili Sosyal Yapı Araştırması adıyla yayınlanmıştır. Türkiye’de kırsal dönüşüm sorunlarını saptamak için bir Hollandalı coğrafyacı Jan Hinderinck’le birlikte Adana köylerinde kırsal dönüşüm projesi yapar. Bu çalışma Social Stratification as an Obstacle to Development adıyla Praeger Yayınevince 1970 yılında yayınlanır. Bu yıllarda Türk Sosyal Bilimler Derneği Ford Foundation’un desteğiyle İzmir’de çok yönlü bir araştırmayı örgütlemişti. Bu grup içinde yaptığı çalışma 1972 yılında Örgütleşemeyen Kent: İzmir’de İş Hayatının Yapısı ve Yerleşme Düzeni adıyla yayınlandı.

Kıray analizlerinde sosyal değişme bir sosyal yapıdan diğer bir sosyal yapıya geçiş sorunu olarak ele alınmıştır. Döneminin bir sosyologu olarak Kıray için önemli olan sosyal yapıdır. Bu yapı değişerek bir sonraki yapıya geçişi sağlayacaktır. Türkiye’de sanayi öncesi yapıdan sanayi toplumuna geçişi yaşamaktadır/yaşayacaktır. Oysa yaptığı gözlemlerinde Türkiye’de sanayi toplumlarının örgütlenmiş kurumsallaşmasının gerçekleşmediğini görünce, bu gözlemini açıklayabilmek için “tampon mekanizma” kavramını geliştirmiştir. Bir toplumsal yapıdan diğerine geçerken yaşanan değişme yeterince hızlı olmayınca ara kurumlar bir tampon mekanizma olarak ortaya çıkmaktadır. Geçiş süreci tamamlanınca bu ara kurumlar yok olacaktır.

Mübeccel Kıray 1968-1969, 1973-1974 ders yıllarında London School of Economics’de ders verdi. 1974 yılında İstanbul’a taşındı. İstanbul’da yeni öğrenciler yetiştirmeyi sürdürdü. Önce İTÜ’de yarı zamanlı olarak kent sosyolojisi dersleri verir. 1978 yılında da İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde Sosyoloji Kürsüsü Başkanlığını yüklenir. Akademi 1982’de Marmara Üniversitesi’ne dönüşünce görevini bu üniversitede 1989 yılında ikinci kez emekli oluncaya kadar sürdürür.1991 yılında Mustafa Parlar Bilim Ödülü’nü alır. 1995 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’ne şeref üyesi olarak seçilir.

Kıray’ın Türkiye’deki sosyolojiye katkısını sadece araştırmalarıyla değerlendirmek yetersiz olacaktır. O bir sosyologlar kuşağı yetiştirmiştir. Günümüzün önde gelen sosyologlarının çok önemli bir bölümü onun doğrudan ya da dolaylı olarak öğrencisi olmuşlardır. Günümüzde akademik yaşamda ön plana alınan değer araştırmadır. Eğitim başarısı üzerinde genellikle durulmaz. Bu tutumun ne kadar yetersiz olduğunun en açık örneği Kıray'dır. Onu sosyolojinin efsanesi haline gelmesinde yaptığı araştırmalar kadar da ders verme enerjisi, heyecanı ve disiplini olmuştur.

Kendisini saygıyla anıyoruz.”

İhsan Bilgin’in görüşleri:
Mübeccel Kıray’ın Tutkusu*
İnsanı kendisini kaptırarak dinlemeye mecbur kılan bir üslubu vardı. Can kulağıyla dinlemediğinizde oradaki bulunuşunuzun tümüyle anlamsız olacağını daha en baştan hissettirirdi. Tutkuya davet ederdi anlattıklarıyla. Otoriterliğin kıyısında duran tavizsizliği tutkuyla bütünleştiği için itici değil çekici olurdu. Alman hocam kent tarihçisi Gerhard Fehl 1988’de İstanbul’a ilk gelişinde İstanbul’u bir de ondan dinlesin diye evine götürmüştüm. Kısa bir hal-hatır sormadan sonra aralıksız üç saat konuştuğunu hatırlıyorum; herhangi bir soruya, yoruma fırsat tanımadan. İki “Kollege”nin (meslektaşın) karşılaşması için yadırgatıcı bir ilişkiydi bu. Ancak ilişkinin tek taraflılığından kaynaklanabilecek can sıkıntısını, konsantrasyon düşmesini, anlattığı hikayenin ustaca örülmüş çetrefilliğiyle ve çetrefilleşen hikayenin iplerini elinden kaçırmayan üslubuyla telafi ediyordu. Sadece genç öğrencilerin değil, ellilerinin ortasında tecrübeli bir profesörün de bu tutkuda buluşma davetine kayıtsız kalamadığına şahit oldum o gün.

İlk okuduğum kitabı “İzmir”di. Metinde anlatılanları anlamanın, içselleştirmenin alıştığım bir yolu olarak altını çizerek okumaya başladım. Ancak metin ciddi biçimde direniyordu cümlelerinin altının çizilmesine. Bir kaç sayfa sonra vazgeçtim, çünkü tüm ısrarlarıma rağmen altı çizilmeyecek cümle bulamamıştım. Hepsini çizip sadece kitabı kirletmektense hiç çizmemek daha akıllıca olacaktı. Yazısı da tıpkı konuşması gibi nefes almaya, dinlenmeye, gidip-gelmeye olanak tanımıyor, sıkı sıkıya örülmüş, jargona mesafeli hikayesini bir solukta anlatıyordu. Metin zorluğunu tek tek cümlelerinden ya da uzmanlığa çağıran kavramlarından değil, nefes aldırtmayan yoğunluğundan alıyordu. Jargon kullanmayan, kısa, yalın, tek başına kolay anlaşılan cümleler ardarda geldiğinde hiç de aşina olmadığımız bir dünyayı seriyordu gözlerimizin önüne. Kavramları, kavramlar örüntüsü tarafından kurgulanan kuramları anlattığı hikayenin içine gömüyordu adeta.

Kitaplarında ve derslerinde anlatmaya çalıştığı çok basit ve çok zor iki şey vardı: “Toplum” diye (ve “toplumsal değişim” diye) bizim isteklerimizden, iradelerimizden görece bağımsız bir “şey” vardı ve bizzat kendi üslubu tarafından imâ edilen bütün karmaşıklığına rağmen bu “şey” anlaşılabilirdi. “Toplum” ve “toplumsal değişme” karşısında bir “farkındalık bilinci” ile durulabilirdi. Doktrinlere, klişeler örüntüsüne dönüştüğü anda bu türden çağrıların nasıl içlerinin boşalabildiğine, nasıl sonu başından belli can sıkıcı tekrarlara dönüşebildiğine sık sık şahit olmuşuzdur. Kıray’ın hem bu çağrıyı yaşamı boyunca sürdürüp, hem de tansiyonsuz kalmamasını tutkusuna borçlu olduğunu düşünmüşümdür hep. Kendinden beslenen, kör ve habis bir tutku değildi bu. Dışa açıktı; konusu olan “toplum” kadar muhattaplarından da beslenirdi. Karşısındakinin ilgisinin dağılacağını, o ilgi daha dağılmaya fırsat bulamadan sezerdi.

“Toplumsal değişim”i erken modernleşmiş coğrafyaları konu alan ekoller ve kuramlar üzerinden öğrenmiş, formasyonunu bunlar içinde kendi özgün yolunu bularak inşa etmişti. Tam da formasyonunu inşa ettiği dönemde, içinde yetiştiği toplum da onun “dipten-doruğa” diye adlandırmayı sevdiği kayda değer bir toplumsal değişimi yaşamaya başlamıştı. Oldukları şekliyle alınıp geç modernleşen bir toplumsal formasyona uyarlanabilecek kalıplar değillerdi bunlar. Daha doğrusu Kıray böyle olamayacaklarını daha başından farketmiş, birikimini ve enerjisini geç modernleşmenin (geç kapitalistleşmenin) doku oluşturan yapılarını keşfetmeye ve onlarla kuramsal olarak başetmeye yöneltmişti. Üç şeyi birden aynı anda gözetmesi gerekiyordu: Daha önce yaşanmış modernleşme hikayelerinin tekrarlanan unsurları, gecikmiş coğrafyaların “dipten-doruğa” değişim girdabına kapıldıkları dönüm noktalarında hangi yapısal özelliklere sahip oldukları (şu gelenek diye adlandırılan) ve değişim sürecine hangi tepkileri vererek, dolayısıyla hangi yapıları inşa ederek katıldıkları. Kıray’ı Kıray yapan, bu üç değişkeni birden aynı enerjiyle gözetmeyi bilmesi olmuştur kanısındayım.

Sonra işler bir kez daha karıştı: Son çeyrek yüzyılda dünya topyekün bir değişime daha sahne oldu. Dünyanın topyekün değiştiği bütün dönemlerde olduğu gibi ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda gerçekleşen dönüşümleri anlamlandırma çabalarının sonucu olarak yeni kavramları, paradigmaları ve kurguları ile bir çok yeni kuramsal kanal gündeme geldi. Kıray’ın son çeyrek yüzyılın gelişmelerine eşlik eden yeni anlatıların perspektifiyle dünyayı topyekün bir yeniden-anlamlandırma çabası karşısında mesafeli durduğuna bütün yakın dostları gibi ben de şahit oldum. Son çeyrek yüzyılın ikliminden ona göre daha fazla etkilenmiş bir sonraki kuşağa ait dostlarından biri olarak, kuşak farkının aramıza hiç mesafe koymadığını çekinmeden söyleyebilirim. Kıray, karmaşık bir denklemi bir kere enerjiyle kurgulamış ve dile getirmiş olmanın, günü yakalamak adına dağarcığına sürekli yeni parametreler ekleme yarışına girmeye oranla nasıl daha çekici olabileceğinin kanıtı gibiydi. Yeter ki o denklem güçlü ve kapasiteli olsun. Yeter ki dışından beslenen ve zekâdan nasibini almış bir tutkunun ifadesi olsun...

* Virgül dergisinin 113.sayısında (Aralık 2007) yayınlanacaktır.”
Konuyla İlgili Linkler
YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.