Haberler

Türkiye'nin Susuzluk Haritası ve Modern İnsanın Tüketim Ahlâkına Dair

Tarih: 13 Aralık 2007 Kaynak: Açık Radyo

6 Aralık 2007 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.

Ömer Madra: Doğa Derneği Genel Müdürü Güven Eken konuğumuz. Bilim insanlarıyla birlikte, iklim değişikliğine bağlı olarak Türkiye’nin susuzluk haritasıni hazırladınız, ama henüz yayımlanmadı. Bunu konuşmak ilk olarak Açık Gazete’ye nasip oluyor galiba?

Güven Eken: Doğru. Türkiye’deki 27 tane su havzası için, -Türkiye su havzaları çok parçalı bir ülke- her bir havza için 2030 yılında tablo nasıl olacak, en riskli bölgeler hangileridir diye hem şu anda varolan durumu hem de ilerideki olası değişiklikleri dikkate alarak bir modelleme yaptık. Sonuç olarak tabii çok dramatik bulgular ortaya koyduk.

Zaten küresel olarak yapılan tahminler de Doğu Akdeniz’in en riskli bölgeler içinde olduğunu gösteriyordu. Biz o bölge içerisinde, Türkiye içindeki detaylar nasıl, hangi bölge en olumsuz etkilenecek, hangi bölgede kuraklık, hangi bölgede yağış artışı olacak gibi bir tablo ile karşı karşıya kaldık. Bunun sonuçlarını da anlatayım istiyorsanız.

ÖM: Lütfen. Bu arada bir ekleme yapayım; Geophiysical Research Letters dergisinde Akdeniz’le ilgili çok kapsamlı bir araştırma yayımlandı bir kaç ay önce. Özellikle Akdeniz bölgesinin küresel iklim değişikliğinden, su buharındaki geri besleme mekanizmasından dolayı çok etkileneceğini, mesela Burdur, Isparta gibi yerlerde 40 dereceye yaklaşan sıcaklıkların 60-62 güne çıkabileceği sonucu çıkıyordu, ki sizin şimdi sözünü ettiğiniz araştırmayla da uyumlu herhalde.

GE: Biz su bütçesi üzerinden yola çıktık, iklim değil, su bütçesindeki olası değişiklikler üzerinden. Türkiye’yi anlamak için akarsu havzalarının parçalı olduğu bilgisi çok kritik bir bilgi. Örneğin bütün Rusya 6-7 tane büyük akarsu havzasında yer alıyorken Türkiye’de bütünleştirilmiş halde 27 tane farklı akarsu havzası var. Bunların bir kısmının denize çıkışı yok, mesela Burdur kapalı havzası, Konya kapalı havzası, Akarçay havzası. Şöyle basitleştireyim; 2 damacana suyunuz var diyelim, birinin kapağını açıyorsunuz bırakıyorsunuz, öbürünü 27 tane kaba dağıtıyorsunuz. Bir ay sonra geliyorsunuz hangisinin buharlaşmayla daha fazla kaybolduğunu görürsünüz; tabii ki 27 tane kaba dağıttığınızın. Türkiye’nin suyu bu özellikte, yani Türkiye’nin hem ortalama yağışı düşük, hem de bu yağışlar parçalı, farklı 27 tane ayrı kaba dağıtılmış durumda. Bunların içerisinden de kapalı olanlar kar ve yağmur beslenimi en az olanlar. Karasal iklime sahip olanlar da yazın buharlaşmanın çok yüksek olduğu birinci derece risk bölgesinde sayılıyorlar. Bizim haritamız bunu çok net bir şekilde ortaya koydu. En dramatik sorunlar Konya kapalı havzasında, Burdur kapalı havzası ve Akarçay havzasında. Bunlar İç Anadolu’nun batısı ve ortasını içine alan bölgeler. Buralarda çok büyük risk var.

ÖM: Akarçay nerede?

GE: Afyon’un güneyi, Akşehir ve Eber göllerinin olduğu bir bölge. Zaten o göller şimdiden kurudu. Ancak bir detayın altını çizmek lazım; bizim yaptığımız çalışmaya göre, bu havzalarda, küresel ısınma diye bir şey olmasa bile 2030 yılında su bütçesi talan olacak. Yani şu andaki su politikamız, su kullanım şeklimiz devam ettiği takdirde, küresel ısınma diye birşey olmasa bile, çok şiddetli kuraklaşma, susuzluk riski var bu bölgelerde, şimdiden de görüyoruz. Konya havzası her sene 600 milyon açık veriyor, zaten toplam bütçesi 1 milyar metreküp.

ÖM: Üstüne üstlük bir de küresel iklim değişikliği var.

GE: Türkiye’nin dünyada adaptasyon denilen önlemler konusunda en hızlı hareket eden ülke olması lazım. Orta Anadolu’daki nüfusumuz, tarım şeklimiz ve Orta Anadolu’nun bizim için önemli olmasından dolayı birinci riskli bölge. İkinci riskli bölgeler de Doğu Anadolu, özellikle kurak bölgeleri, Elazığ’ın güneyindeki kalan bölge ve Ege. Ancak Elazığ’ın güneyindeki Fırat havzasını yani daha bilinen tabiri ile GAP bölgesinin şansı, yapay olarak su tutuluyor olması barajlarla. Burada barajlardaki suyun yapay yollarla kurak bölgelere taşınmasıyla susuzluk sorunu bir dirhem daha azalacak tabii hiç şüphesiz. Ama Ege’de böyle bir şey yok, çünkü su yok. Orta Anadolu’da da öyle bir şey yok, yani bir yerden su taşımanız ya da suyu durdurmanız mümkün değil, çünkü su zaten yok. Dolayısıyla Orta Anadolu, Ege, İzmir bölgesi, özellikle Orta Ege çok açık bir şekilde Türkiye’nin en riskli noktaları bizim yaptığımız çalışmaya göre.

Avi Haligua: Temelde bu riskli bölgeleri daha çok tarım sektörü ile bağlantılı herhalde.

GE: Tabii Türkiye’nin suyunun %75’i tarıma gidiyor ve bu suyun, en iyimser tahminle %50’si, daha gerçekçi bir tahminle %80’i boşa harcanıyor, ilkel sulama teknikleri yüzünden. Halbuki, barajlara yaptığımız yatırımın belki de binde 1’ini, modern sulama tekniklerine acilen geçmek için harcasak, Türkiye aslında küresel ısınmaya adaptasyon ve susuzlukla mücadele konusunda çok ciddi bir atılım yapmış olacak. Bunun maliyeti de öyle karşılanamayacak bir şey değil ve eğer Türkiye damlama sulamaya geçerse, özellikle kurak havzalarda toplam su bütçemizin %45’ini korumamız mümkün. Bu da şu demek, küresel ısınmayla bizim su kaybımız %50’lere varmayacak, yani küresel ısınmaya adaptasyon konusunda biz de çok ciddi bir adım atmış olacağız. Şu andaki durumdan daha kötü olmayacak Türkiye’nin su durumu, bu da bizi idare eder, ama biz suyumuzun her sene en azından %50’sini, tarım ve diğer sektörlerdeki yanlış kullanım nedeniyle boşa harcıyoruz. Küresel ısınma zaten gerçek,sıcaklığın en az 2 derece artacağını bugün bütün dünya kabul ediyor, artık bunun dönüşü mümkün değil, bu 2 dereceyi de dikkate aldığımızda Türkiye çölleşmenin, kuraklaşmanın, susuzluğun ve Orta Anadolu’dan diğer bölgelere göçlerin, -ki zaten oluyor bu-, reçetesini hazırlamış oluyor.

ÖM: Tabii buna bağlı siyasi istikrarsızlıklar, çatışmalar da cabası.

GE: Kesinlikle, dün hükümetin yaptığı açıklama, “enflasyon kuraklık nedeniyle arttı” şeklindeydi. İlk defa ekonomi ile kuraklık, susuzluk arasındaki doğrudan ilişki ekonomistler tarafından itiraf edildi.

AH: Aslında iki şey söyledi bakan; bir kuraklıktan bahsetti, bir de enerji fiyatlarındaki artıştan. İki sebepten artış olduğunu söyledi, ki ikisi de doğrudan iklim değişikliğiyle bağlantılı.

ÖM: Burada eksik olan, herhalde hemfikir olabileceğimiz bir husus da, bunu tespit etmekle beraber, iklim değişikliğine önlem olarak bir hedef belirlemeye yönelik bir açıklama ygelmiyor olması da hükümetten.

GE: Evet, , iklim değişikliği ile bizim ulusal hatalarımızdan kaynaklanan susuzluk ve onun dışında evsel suyun tasarruflu kullanımı gibi konuların hepsi birbirine girmiş durumda. Halbuki bunların hepsinin çıktılarından biri küresel ısınma, yani küresel ısınma bir sebep değil, bir suçlu değil, küresel ısınma bir sonuç; onun altındaki sebeplerse hep ortak, tüketimimizin haddimizden fazla olması; su da, enerji de, giyim de, kuşam da, yemek de, yani dünyadan aldığımız her lokmayı ona geri vermeyi düşünmeden sadece almak ve almak ve almak üzerine kurulu bu tüketim alışkanlığımızın sorgulanması için, aslında küresel ısınma bir fırsat. O da bir çıktı, bundan evvel nesli tükenen canlılar nedeniyle, daha küçük, sütun aralarında bu tüketim çılgınlığımızdan bahsediyorduk. Şimdi iklim değişikliği var, ondan sonra daha büyük sorunlar, göçler, vs. gündeme gelecek. Bu sefer dünya onun üzerinde tartışacak.

Şimdi fakir ülkelerin aç kalması, daha da fakirleşmesi iklim değişikliği nedeniyle gündeme geldi, konuşuluyor. Halbuki bunların en temelindeki şey tüketim ahlakımız. Bunlar ciddi fırsatlar insanlık için. Kyoto aslında bir hedef, ama onun altında asıl yapmamız gereken tüketim şeklimizi ciddi derecede sorgulamak. Bu Türkiye için de çok ciddi bir fırsat, çünkü tüketim şekli en hızlı değişen ülkelerden bir tanesi Türkiye, hızla daha da fazla tüketime dayalı bir yaşam şekli benimsiyor insanlar. Bunun en canlı kanıtı da karbon üretimini en hızlı arttıran ülke olması Türkiye’nin bütün dünyada. Bu da tüketim şeklimizin ne kadar hızlı ve yanlış yöne doğru ilerlediğinin en güzel göstergesi.

ÖM: Son yapılan bir araştırma, Açık Toplum Enstitüsü’nün, hem Boğaziçi Üniversitesi’nden hem de Sabancı Üniversitesi’nden endüstri ve idare ve mühendislik ekibiyle yaptığı Karbondioksit Salımları Araştırması, bunun bildiğimizden de hızlı olduğunu gösteriyor. 1990-2004 arasındaki 15 yıl içinde %74.4 hızla karbondioksit salım artışı var Türkiye’nin. Azaltmak şöyle dursun dünya rekoruna gitmesi söz konusu. Sivil havacılık örneğin iklim değişikliğinin müthiş bir tetikleyicisi, dünyada da çok yüksek bir orana ulaşmış, Türkiye’de de sektörel olarak %12 gibi. Bu da dehşet verici bir sonuç. İki şey sorayım; bir tanesi Başbakan daha geçenlerde bir toplantıda, mütahitlere yaptığı bir konuşmada, “Nehirler boşuna mı aksın denizlere? İnsanın hizmetinde olmalı. Bazı çevre kuruluşları, çevreciler büyümenin önünü almak istiyor, buna izin vermeyeceğiz” dedi. Bu sizin söylediklerinizin tam tersi bir yaklaşımın hakim olduğu gösteriyor.

GE: Biz bu konuda Başbakan’a bir teknik açıklama hazırlıyoruz. Nehirlerin neden boşa akmadığının çok somut göstergesi Çukurova. Türkiye’den bir örnek vereyim. Piramit medeniyeti, Mezopotamya, yazı varsa nehirler boşa akmadığı için var. Çünkü nehirler denize aktıkları, ulaştıkları noktada yaşam oluşturuyorlar. Çukurova, Seyhan ve Ceyhan nehirleri denize boşa aktıkları için mi Çukurova oluştu. Çukurova’da bugün en büyük tarım sektörü var, şu anda barajlar nedeniyle Çukurova eriyor ve Çukurova ile ilgili çok güzel modellemeler var Çukurova Üniversitesi’nin yaptığı. Çukurova’nın önümüzdeki 50-100 yıl içerisinde tamamen deniz tarafından yutulacağını söylüyor. Bu kesinlikle suyu kütle olarak algılamamızın bir sonucu. Biz suyu hep bizi besleyen bir kütle olarak görüyoruz, çünkü bizim hayatımızda su gerçekten bu. Ama suyun bir de taşıma fonksiyonu var, maddeleri, oksijeni... Yani hayatın teyel yerleri... Nasıl bir kıyafetin, dikişi, teyelleri olmadan sadece parçaları hiçbir işe yaramaz, onları bağlamak için teyellemeniz gerekir, akarsuyun vazifesi de budur. Akarsu hangi inanca ya da hangi bilime göre bakarsanız bakın süs objesi değildir. Böyle olduğu için, yerkürede yaşam oluşabilmiştir. Akarsuyu durdurmak coğrafyanın kanserleşmesiyle birebir, yani bir damarın önünün kesilmesi gibi. Nasıl damarın arkasında bir kütlenin birikmesi, damardaki kanın temizlenememesi, akamaması anlamına geliyorsa, baraj da aynısı. Metaforik olarak da konuşmuyorum, dünyanın damarlarıdır akarsular. Zaten fizyolojik fonksiyonu bu akarsuyun. Akarsuyun önünü tıkadığınız zaman, hele hele büyük akarsuların önlerini kestiğinizde arka planda ve önünde her iki kısmında da kanserleşmeye sebep olursunuz. Önünde kanserleşme olur çünkü yeterince su giremediği için bir süre sonra orada hayat durur, ayrıca su döngüsü parçalanır, çünkü su dönerek varolan bir şeydir. Eğer deltaları ve gölleri yok ederseniz, su kütlesini, yani su yoğunlaşmasını, buharlaşmayı oluşturan ana yerkürenin oluşumlarını yok edeceğiniz için, yağmurun ve karın da önünü kesersiniz ve Türkiye bunu bugün Konya havzasında birebir görüyor. Görüyoruz yani canlı örneği var. Baraj var, kanal var, ama su yok, barajlarda su yok, çünkü su döngüsünü yok ettik, ortadaki bütün gölleri, bataklıkları, Tuz Gölü’nü, yani Konya havzasında suyu oluşturan ne varsa, hepsini kuruttuk barajlardan alıp tarıma aktardığımız için. İşte bu nedenle Türkiye’nin bu konularda daha bilgiye dayalı karar vermesi lazım. Şu anda Türikye’nin suyuna yapılan şey anatomiyi hiç okumamış bir insana ameliyat yaptırmakla birebir. Doğanın, akarsuyun anatomisini bilmeyen bir mühendisin onun üzerinde sadece mühendislik teknikleriyle baraj inşa etmesi, hiç anatomi bilmeyen bir insanın ameliyat yapması kadar dramatik bir hata. Dolayısıyla mutlaka bu modern dünyanın, şu anda teknolojinin ve bilimin geldiği noktadaki bilgilerin bizim suya yapılan müdahalelerimizde kullanılması lazım. Aksi takdirde, bir mucize olup da, yarın sabah uyandığımızda iklim değişikliği ortadan kalksa bile Türkiye’yi çok ciddi susuzluk tehlikesi bekliyor.

AH: Aslında keşke süs olarak görseler, belki o zaman dokunmayacaklar. Oysa sahiden mal olarak görüyorlar. Yani alınır, satılır ve yutulabilir iyi bir şey anladığım kadarıyla.

ÖM: Bence de öyle. Bana çok önemli görünen bir noktayı vurguladınız Güven Bey, bu su döngüsünün ya da daha genel anlamıyla doğadaki bütün akışların, döngünün aksine yapılacak müdahaleleri insanlığın, zaten bütün temel dengeyi de bozuyor. Ben şunu da merak ediyorum; mesela İstanbul’da ya da Ankara’da yaşanan potansiyel ve fiili kuraklık tehlikelerine karşı, Ankara için Kızılırmak’tan, İstanbul için de Melen’den su taşımak, bu doğal su döngüsünü nasıl etkileyecektir? Bir mühendislik projesiyle, böyle bir taşımayla çözmek mümkün müdür bu sorunu?

GE: Salt insanların içme suyu açısından bakarsanız, 10 yıl daha insanlara suyu getirmiş olursunuz. Bunu reddetmek ya da yadsımak mümkün değil, bir fiiliyat var ortada, su oradan oraya geliyor. Ama öte yandan, yaptığınız doğanın tektonik hareketlerle parçaladığı havzaları, insan eliyle birbiriyle buluşturmak. Bunun ekolojik anlamda ve bizim ekonomik yaşantımız anlamında ne sonuçlar doğuracağı üzerine pek bir çalışma yok dünyada. Ama bir yandan da siz elmayı koparıyorsunuz ağaçtan. Yani yasak bahçeden elmayı koparmak nasıl bir şeydir, tıpkı öyle, suyu taşıyarak yıllarca, yüzbinlerce yıl birbirinden ayrı kalmış su havzalarını birbirine insan eliyle bağlayarak, bir anlamda yasak bahçeye girip oradan elma yemeye başlıyorsunuz. Bunun sonuçlarının çok olumsuz olduğunu bütün dünyadaki bilimadamları, hidrologlar söylüyor. Ama Türkiye’de o kadar son dakikaya geldi ki sorunun boyutu, Türkiye bunu tartışma gereği dahi duymadı. “Elbette suyu taşıyacağız” diye belediye başkanlarının girişimiyle hızlıca bu projeler tamamlandı.

ÖM: Çevre Bakanı da bizzat, zaten su mühendisi olarak, eski DSİ sorumlusu olarak bu konuya tamamen bir mühendislik projesi olarak bakıyor.

GE: Tabii öyle bakılıyor, şu anda suya tamamen mühendislik olarak bakılıyor, halbuki mühendisliğin su üzerinde yapılması için, az önce söylediğim gibi, döngünün görülmesi lazım. Bu nedenle havzalar arası su transferinin kesinlikle yapılmaması gerekiyor. Ancak fiiliyat oluştuğu için bunun şu anda uygulanabileceğini düşünmüyorum. İstanbul’un, Ankara’nın ve diğer büyük şehirlerin su sorunlarına gelince; bu sorunları İstanbul ve Ankara’da çözemezsiniz. Anadolu boşaldı, Anadolu’da köy yok. Harita üzerinde gördüğünüz köylerin hemen hemen hiçbirinin içinde genç nüfus diye bir şey yok. Sivas boş, Yozgat boş, Çankırı boş, Çanakkale’nin köyleri boş, İzmir, Ankara, Batı Anadolu, Doğu Anadolu, bütün ülke İstanbul ve Ankara’ya toplanmış ya da diğer büyük şehirlere toplanmış ve burada nispeten suyu olan bir ülkede su sıkıntısı çekiliyor. İstanbul’un sorununu Sivas’ta çözersiniz, bu aslında yine, iklim değişikliğinin ve susuzluğun, bütün yapmakta olduğumuz hataların bir aynası olduğunun en güzel kanıtı. Öbür türlü, “İğneada’nın suyunu getireceğiz, Sakarya’nın suyunu getireceğiz.” Nereye kadar? “Denizi arıtacağız.” Bütün Türkiye’yi İstanbul’a mı toplamak istiyoruz, bu mu bizim hedefimiz? Bunun yerine çok daha ciddi önlemler almamız lazım. İstanbul’da yaşamayı teşvik etmeyen, tam tersine zorlaştıran önlemler almalı, ekonomik anlamda farklı vergilerle vs. gibi. Bunların artık gündeme gelmesi gerekiyor.

AH: Belki şu da yapılabilir, İstanbul’da yaşamayı zorlaştırmanın yanında, Sivas’ta yaşamayı kolaylaştırmak gibi bir adım atılması çok daha mantıklı. Sosyal politika geliştirmekle de bağlantı.

GE: Kesinlikle, o bizim kültürümüzün yaşaması açısından da çok önemli. Şu anda onbin küsur yıllık Anadolu bilgisi, yalnızca 50 yaşın üzerindeki köylü kadınlarımızın dağarcığında. Onları kaybettiğimizde Çatalhöyük’ten bu yana gelen ekmek yapma, kerpiç, mimari, tohum vs. bilgileri kaybedeceğiz. O kadınlar şu anda hakikaten Anadolu’nun anaları, şu anda yaşıyorlar ve onları kaybettiğimizde bitecek. Bizim Sivas vs. gibi Anadolu illerinde böyle bir kültürü oluşturmamız, orada yaşamı cazip kılmamız, bu insanların da değerine değer katacak. Para buradan çıktıysa, yerleşik hayat, tohumun evcilleştirilmesi, buğday, koyunların evcilleştirilmesi, tarım, yazı, bütün bu keşifler bu topraklardan çıktıysa, iklim değişikliğine karşı adaptasyonu güçlü bir yaşam şekli niye bu topraklardan çıkmasın. Ama biz bu gözle bakmıyoruz ülkemizde.

ÖM: Siz şimdi İstanbul’a girişler için vize koyarak bu sorun çözülemez mi diyorsunuz? Başbakan’ın önemli formüllerinden biri.

GE: Bence o iyi bir fikir, yani ikisi de paralel olarak uygulanmalı. Özellikle İstanbul’da ve büyük şehirlerde odaklanmanın çevre üzerinde inanılmaz büyük baskıları var. Çünkü siz nüfusu dağıttığınız anda çevreyle daha doğrudan bir temasınız oluyor ve etki dağıtılıyor. Öbür türlü İstanbul, tam, hakiki kanser hücresi neyse onun gibi, bütün kaynakları çekiyor. İstanbul bugün Marmara bölgesinin küçük bir kısmını kaplıyor gözükebilir, ama onun ayakizi şu anda Türkiye’nin belki de yarısını kaplıyor. İstanbul’u doyurmak için yapılan barajlar, santraller, açılan yeni tarım alanları, yapılan yeni sulu tarım projeleri. İstanbul aslında göründüğünden çok daha büyük bir alanı kaplıyor Türkiye’de. Sanmayın ki insanlar İstanbul’a geliyor diye, doğal alanlar, suyu besleyen doğal kaynaklarımızın başı boş kalıyor, tam tersine.

ÖM: Mesela Longoz gibi havzaların da tümüyle İstanbul’a tahsisi söz konusu değil mi?

GE: Elbette. O doğrudan tahsis, bir de dolaylı taşımayla yapılan tahsisler var, yani bizim yediğimiz ekmek mesela, bunları taşımanın da doğaya büyük bir maliyeti var. İstanbul’un hemen yakın çevresinde, eğer Çankırı’da bir ürün yetişiyorsa ve insanlar onu orada tüketiyorsa onun maliyeti doğaya çok düşük, ama Çankırı’daki bir ürünü İstanbul’a taşımaya başladığınız anda, karbon emisyonu açısından olsun, diğer insan kaynakları açısından olsun, pek çok açıdan, sağlık sektörü açısından olsun her açıdan sorunu katlayarak büyütüyorsunuz. Halbuki nüfusu dağıttığınızda taşıma nispeten azalacağı için çok daha sağlıklı bir yaşam oluyor herşeyden önce.

ÖM: Bütün bu konuştuklarınızdan, anlattıklarınızdan, bizim de sorduklarımızdan çıkan bir genel zihni bir dönüşüm gerekiyor herhalde, tüketim alışkanlıklarımızda ve yaşam biçimlerimizde. Bildiğim kadarıyla, dünyada ilk defa 2007 yılında, insanlık tarihinde şehir nüfusu kırsal nüfusu geçti. Böyle de bir ilginç denge bozulması var. Bundan sonra daha mütevazı, daha insani boyutlarda ya da doğal boyutlarda yaşamaya yönelik bir mütevazı hayat tarzına yönelmek, tüketimi ciddi bir şekilde kısmak, ölçülü, ihtiyatlı bir yaşama tarzına dönmek gerekiyor gibi bir his var içimde. Yoksa zorlamayla yapılması mümkün değil.

GE: İmkânsız. Ben zaten burada ‘zihni dönüşüm’ kelimesinin altını çizmek istiyorum, ben bu işin sadece zihinle başarılamayacağını düşünüyorum çünkü. Almanya bunu sadece zihinle başarmak için yıllardır çalışıyor, karbon emisyonlarını hedeflerine uygun şekilde düşüren sayılı ülkelerden biriydi, sanayi açısından çok büyük ama tekrar artmaya başladı. Çünkü araba satışı devam ediyor, BMW, Mercedes Almanya’da üretime devam ediyor ve karbonu durduramıyorlar artık o noktadan sonra. Halbuki zihinsel olarak Almanya yapılabilecek herşeyi yaptı, yıllar önce bu uyanış başladı, yeşil hareket diğer ülkelere göre çok ciddi, ama yine artıyor karbon emisyonu. Dolayısıyla bu zihin meselesi değil; iki farklı insan özelliğinin altını çizmek gerekiyor. Bence asıl kurtuluşumuz bunları aktive etmekle olacak; şimdi bunlar tecrit edilmiş durumda, biri vicdanımız öbürü de bedenlerimiz. Günlük hayatımızda öyle bir hale geldi ki insan denen varlık, zihin herşey, yani bütün gücünüz, paranız, günlük aktiviteniz hepsi zihne endeksli. Bedenimizi çoğumuz kullanmıyoruz, kullananlar da işçi vs. onlar da zaten hep alt sınıf olarak toplumda kabul edilen insanlar. Bedensel iş yapmak bugün reddedilen, yadsınan, hatta toplumun alt sınıfında olmanıza sebep olan küçük görülen bir şey. Beden tecrit edildi hayatlarımızdan, yok. Bir kere bunun yeniden yaşamlarımızdaki önemine kavuşması lazım; bedenini kullanan bir varlığın bütün bu bahsettiklerimizi sindirmesi ve uygulaması mümkün değil. İkincisi vicdan, vicdan da tecrit edildi, tamamen akılla herşeyi yapabileceğimizi düşünüyoruz, duygusal adamı aşağılarız,”o da çok romantiktir” filan deriz. Oysa insanı var eden en temel şeylerden birisidir vicdan. Dolayısıyla bu Batı’dan gelen son 100-150 yıldır dalga dalga dünyayı kapsayan, aklın ön plana çıkarılıp bedenin ve vicdanın bir tarafa itilmesi ile karşı karşıyayız. Türkiye’nin entelektüel çevresinin, bilim adamlarının, Türkiye’nin önünü açacak bütün kişilerin ve girişimcilerin bu kavramlar üzerinde mutlaka düşünmeleri, kırsala özgü, ya da doğuya özgü yaşam şekilleri üzerinde yoğunlaşmaları gerek. O yüzden bu işi zihnin yanında akıl ve bedenlerimizi de yeniden yaşamımızın bir parçası haline getirerek çözebileceğimizi düşünüyorum. Onun da nasıl olacağını önümüzdeki yıllarda göreceğiz.

ÖM: Tabii bir de bütün bu konuşulanların bir işe yaraması için bir eyleme dönüşmesi muhakkak surette gerekiyor; dolayısıyla, eğer biz hükümetin uygulamalarından ya da genel gidişattan, siyasi karar alıcıların gidişatından memnun değilsek, sokağa çıkmamız gerekiyor fiziki olarak dediğiniz gibi...

GE: Aynen, vicdan ve bedenlerimizi sokağa taşımamız lazım.

ÖM: Çok teşekkür ederiz, hazırladığınız haritayı da bir an önce görmek istiyoruz.

GE: 1 Ocak’ta -reklam olacak ama- Atlas dergisi ile birlikte verilecek harita.

ÖM: Biz kişisel olarak ilgileniyoruz, kendi yaşam tarzlarımızı nasıl yeniden şekillendiririz diye, bir yandan eylem yaparak.

GE: Hepimiz Doğu Karadeniz’e taşınacağız!

Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.