Fotoğraf: Dean Kaufman
Her iyi üzümden iyi şarap olmadığı, otantik bir sanat dalının ya da kültürün bir diğer kültüre aktarılınca çok şey kaybettiği oldukça bilinen bir gerçek, peki mimarlık küresel bir hal almaya başlayınca neler oluyor? Yıldız mimarların üslupları ve özgün olma çabası, kültür ve bağlamın önüne mi geçiyor? Abu Dabi ve Dubai çöllerinde yükselen gerçeküstü kulelerin bulundukları yerle hiçbir bağları yok, Pekin’deki yeni inşaatlar hiçbir yerellik içermiyor. Zaten böyle bir şey de beklenmiyor. Zamandan ve mekândan koparılmış, milyarlarca dolara mal olan milyon dolarlık lüks konutlar, ikonik, geleceğe ya da geçmişe aitmiş gibi görünen aşırı imgeler, helikopterle tepeden yerleştirilmiş gibi duran bir mimari bu. Tek amacı dudağınızı uçuklatmak.
Yeni yükseklik rekorlarını zorlayan bu işkence görmüş, burkulmuş kule salgınını ya da bunun bir süreç olduğu klişesini sorgulamak, ilerleme karşıtlığından kaynaklanan bir idrak eksikliği şeklinde değerlendiriliyor. Ama ben sorgulayacağım ya da en azından bu durumun sorgulanamazlığını sorgulayacağım. Mimarlığın çılgın bilim adamları, inşaat mühendisleri, her şeyi inşa edebilirler. Ama bu, sırf inşa edebiliyorsunuz diye her şeyi yapmanız gerektiği anlamına gelmez. Arşivler zevksiz tekno-kitcshlerle dolu.
Fikirlerini bir kültürden diğerine aktaran yetenekli mimarların uluslararası nitelikte, inşa sanatında çok önemli yere sahip olduğu kadar siluete etkisi de daha az diğer bir küresel mimari de var. Çeviride pek çok şey olabiliyor. Bir ülkede rutin bir şekilde inşa edilen bir şey, bir diğerinde başa çıkılmaz sorunlara, bir diğerinde inanılmaz bir maliyete sebep olabiliyor; program ve personel değişimi, kültürel uyuşmazlıklar, hatta yapının tasarlanışı dahi ciddi sonuçlara sebep olabiliyor.
Yine de, örneğin, Yoshio Taniguchi’nin Japonya’da hassas bir biçimde ölçeklendirdiği, zarif ve ince bir ruhani havaya sahip müzeleri nasıl olup da ölçeksiz, etkisiz ve ruhsuz bir biçimde yeni sanat müzelerine dönüştüğü sinir bozucu bir mesele. Neyin yanlış gittiğine dair yapılacak bütün analizlerin inşaat sırasında kaybolan detayların ötesinde; günümüz sanatının, pazarın ve emlak dünyasının -mimar Jean Nouvel’in müzenin asıl karakterini terk etmek pahasına, aşırı zonlamanın, aşırı tasarlanmışlığın ve aşırı genişletilmişliğin altına imza atan “şok ve dehşet*”e neden olan ek gökdelen binasının seçimi de dâhil olmak üzere- kalemlerinin, gelişim şemalarının anlam ve misyonunun hâkim olduğu bir sanata doğru hareketini göz önüne alması gerekmekte.
SANAA’dan (Sejima ve Nishizawa Associated Architects’in kısaltması) Japon mimarlar Kazuyo Sejima ve Ryue Nishizawa’nın iki yeni binasının oldukça farklı bir hikâyesi var. New York Bowery’de yeni açılan Çağdaş Sanatlar Müzesi ve Ohio eyaletinde 2006 yılında açılan Toledo Müzesi Cam Pavyonu firmanın Amerika’daki ilk yapıları.
Sejima ve Nishizawa’nın Japonya’daki çalışmaları dingin, ince bir mükemmeliyetin, çok titiz bir detaylandırma ve uygulamanın örneği. New Museum için hazırladıkları taklit edilemez, karakteristik minimalist hassasiyetleri, ciddi anlamda kısıtlı bir bütçeye sahip olmalarına rağmen, güncel, sürekli değişen ve keskin programlarına karşı bir duruş sergileme amacında da görünmüyor. İlk önce yüklü bir maliyet ve ileri teknoloji gerektiren minimalist tasarıma sahip Toledo Cam Pavyon inşa edildi. Karşılaşılan sorunlardan dersler çıkarıldı ve bir sonraki projede uygulandı.
New York’un aldatıcı, fazla heyecanlı sanat dünyasında, New Museum büyüklük, bürokrasi ve gösteriş içinde kaybolmuş her şeye sahip. Öncü nitelikte bir bina olduğunu ortaya koyabilmek için tuhaf ya da moda bir duruşa ihtiyacı olmayan, rasyonel basit bir bina. Bize yeniliğin, iyimserliğin ve zevk sahibi olmanın paradan çok daha fazla anlam ifade ettiği bir sanatı anımsatıyor, bu imge tek başına yeterli olmasa da, müzenin küçük ölçeği ve samimi mekânları, sanattan hoşlanmasanız bile, Bowery için pek uygun olmasa da açılış törenindeki rengârenk halılardan da belli olduğu üzere, insana zevk alabileceği kişisel bir alan yaratıyor,
21 metre genişliğinde, 34 metre uzunluğunda ince bir çekirdek binayı yükselmeye zorluyor -mekânlar yedi kat boyunca kutular gibi dikey olarak istiflenmiş. Kutular galerileri oluşturuyor ve konsollar sergileme mekânları için ışık alınmasına imkân veriyor. Karmaşık bir taşıyıcı sistem konsollardaki yükü içerideki çelik iskelete aktarıyor. Özgün formuna ek olarak (taksiler için bir sorun teşkil ettiği yok) dış duvarlara asılmış 8 cm kalınlığındaki, boyanmış alüminyum panel cephe, ışığa ve mevsime göre değişen, neredeyse sihirli bir siluet ortaya koyuyor. Sokak kotunda, cam bir niş kamuya açık lobinin bir hediyelik eşya dükkânı ve kitapçı vasıtası ile bağ kurmasına imkân veriyor; servis şaftının olduğu tarafta bir servis rampasının işlediği görülebiliyor.
Sıradan malzemelerin sıradışı kullanımları ve dar bir bütçe dolayısıyla kimi kaçınılmaz kusurlar görülebiliyor. Galerilerin derz bırakılmadan dökülen ucuz beton yüzünden şimdiden çatlamış döşemeleri ve çelik taşıyıcıların açıkta bırakılmış dokulu yangın koruma kaplamaları, soyut bir heykel görünümünden uzaklaştırıyor. Bunların hiçbiri sorun değil; mükemmeliyetçiliğin modası çoktan geçmiş gibi görünüyor.
Toledo Müzesi Cam Pavyonu
Toledo Müzesi’nin cam pavyonu, cam mimarisini başka bir boyuta taşıyor. Zemin ile tavan arasına yerleştirilmiş 4 metre yüksekliğindeki cam paneller kusursuz bir şeffaflık sağlıyor. Görünmeyen bağlantı noktaları ve saklanan mekanik aksam da bu etkiyi artırıyor. Cephe duvarları arada boşluk kalacak şekilde iki katman camdan oluşuyor, kıvrımlı iç duvar müzenin harikulade cam koleksiyonunu ve sanatçıların cam üflediği iki sıcak mağazayı barındıran, dalgalı bir iç mekân yaratıyor. Bu ruhani etkiyi yaratan bembeyaz cam, binanın alışılmadık formuna uygun bir şekilde Çin’de kesilip biçimlendirilmiş ve monte edilmek için Toledo’ya getirilmiş.
O halde niçin bu bina bir hayal kırıklığına sebep oldu? Çeviride bir sorun olduğu açıkça görülüyor. Belli ki maliyet arttı, süreç boyunca yöneticiler değişti, tavizler verildi. Hollandalı yetenekli tekstil tasarımcısı Petra Blaise tarafından iç mekânlarda kullanılmak üzere tasarlan perdeler, duş perdelerine ya da hastane yataklarında kullanılan, iç karartıcı perdelere benzetildiği için tartışmalara yol açtı ve binanın dışında, ışığa doğru asıldı. Mimarlar tarafından tasarlanan sergileme birimleri, yine masrafların önüne geçmek adına, dışarıdan başka bir firmaya yaptırıldı. Bu standart çalışma yöntemi estetik açıdan zedeleyici bir kopukluğa sebep olmuş. Göz kamaştırıcı sergi objelerine belli belirsiz bir duyarsızlık sinmiş.
Burada kaybolan şey, Kazuyo Sejima’nın atalarından kalma evinin karşısındaki ormanlık tepedeki, Japonya’da milli bir simge haline gelen, uzun, alçak, küçük bir müzede gizli. Cam panellerde sergilenen, eve ait sanatsal ve tarihi objeler, müzenin billurlaşmış sadeliğini aksettiriyor. Cam duvarlardan oluşan bir bölümün önünde sıralanan küçük, yuvarlak, minderli tabureler sizi derin düşüncelere dalmaya davet ediyor. Toledo’da da benzer bir düşünceyi aksettirmeye çalışan, dingin olmaktan çok, çocukça bir dinlenmeyi anımsatan, X şeklinde taburelerin olduğu bir mekân var; sanki sonradan akla gelmiş gibi görünüyor.
New York’taki New Museum’un üç önemli avantaj vardı; bütün süreç boyunca mimarların amaçları ile uyum içinde bir işveren, Toledo’da edinilen aksak deneyim ve Japonların geleneksel, dar mekânlarda inşa yetisi. Sejima ve Nishizawa tarafından Tokyo’da bir konut öylesine küçük bir alanda inşa edilmiş ki, mucizevî bir şekilde yukarı doğru küçük konsollar üzerinde yükselen yapı ancak bir merdiven çekirdeği kadar alana sahip. Buna benzer sade, sanat eseri, dikey çözümler müzenin çözümünde de en az o kadar mucizevî bir şekilde ortaya çıkıyor. Kullan-at kaplar satan dükkânlar, insanlığın sefaleti, kurtarma harekâtları, umut, çaresizlik ve grunge anlatıla gelen bir New York masalı. Lüks konutlar yerini alıncaya kadar, New Museum mükemmel oturmuş görünüyor.

