Haberler

"Mimari Uslüp Denen Şeyin, Çok Kapatıcı Olduğu ve Bir Kısım Potansiyelleri Harcadığı Görüşündeyim"

Tarih: 21 Mart 2008 Yazan: Deniz Ertek Karlıdağ
Ankara Mimarlar Derneği’nin 12 Mart tarihli etkinliğinde, Emre Arolat’ın yer aldığı “Güncel Çalışmalar” adlı keyifli bir söyleşi gerçekleşti. Emre Arolat kısaca mimarlık geçmişinden söz ederek 5 ilde gezen “Nazaran” sergisini bir sunum eşliğinde ve kendi dilinden anlatımıyla Ankara mimarlık camiasıyla buluşturdu. Daha sonra “yüzleşme”nin temsilleri olarak adlandırdığı, bazı işveren sunuşlarını ve gündemdeki projelerini anlattı.

Emre Arolat: “2004 yılına kadar uzun bir süre annem ve babamın kurmuş olduğu Arolat Mimarlık bünyesinde bir tasarımcı ortaktım. Onlarla genel mimari yönelimler açısından derin bir anlaşmazlığımız olmadı ve hep birbirimizi kabul etme eğiliminde olduk. O kuşaktan olup da bu kadar yol açan, arkadan rüzgârı oluşturup sonra biraz kendi haline bırakan iki meslektaş ebeveynimin olması çok önemlidir. Çok genç sayılabilecek yaşta ve çok deneyimsizken pek çok önemli projenin içinde bulunmak, hatta zaman zaman dışarıya pek de belli etmeden bir takım sorumlulukları üstlenmek hem ağır hem de çok öğreticiydi. Sonra bir dönem geldi, mimari yönelimler konusunda problem olmamasına karşın, iki kuşağın birlikte olmasının zorluğundan olsa gerek, yolumuza ayrı devam etme kararı aldık. Ama benim çok sevindiğim bir biçimde şu anda halen ortak olarak yürüttüğümüz bazı projelerimiz var.

Son dönem Türkiye’de mimarlığın çok fazla konuşulmaya başlandığı, aslında tasarımın kendisini sermayenin üzerinden bir başka türden var ettiği ve tasarımın sermaye tarafından doğrudan talep edilen bir konu haline geldiği bir ortamda yaşıyoruz. Tasarımın “satan” bir şey haline geldiği ve bu yüzden de mimarların aranan insanlara dönüştüğü bir dönem bu. Biliyorum ki Ankara’da bu denli yoğunluklu değil ama İstanbul’da bu tür bir piyasa var. Bizler bu dünyanın içinde aslında mimar olarak bir takım tansiyonlarla baş etmek mecburiyetindeyiz. Bir tür “yüzleşme” söz konusu oluyor çoğu zaman. Beklentilerle sizin ortaya koyacağınızın farkını görmenin oluşturduğu bir yüzleşme. Sonra da bir tür sürtünmeden söz edilebilir. Yani hem o beklentilere, hem kendi birikimlerinize, deneyimlerinize sürtünme. En sonunda da bu yüzleşmenin devamında bir tür sindirme ile üretimin kendisi ortaya çıkıyor. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki anne ve babamın kuşağına göre çok daha şanslıyız biz. Yine de sermaye bizim ürettiklerimize son dönemde içten içe itiraz ediyor. Etrafa gösteriliyor yapılanlar, bizim arkamızdan dolaşılıyor, bazen benimseniyor, çoğu zaman pek anlaşılmıyor. Yani içselleştirilerek benimsenen bir şey olmuyor aslında. Satacağına inanılıyor ve böylece çoklukla da kabul görüyor. Ben bundan biraz tedirginim. Zira son dönemde tasarladıklarımızın yapılara dönüşme oranı çok yükseldi. Bu durumda ya müthiş bir işbirlikçi haline geldik diye şüpheleniyorum ya da yatırımcı dünyası kabul etme yönünde daha edilgin bir noktaya geldi. Bu arada sermaye diye tanımladığım ve bizden bu işleri bekleyen grubun, aslında bütün yaptıklarımıza önce beğenme içgüdüsü ile yaklaştığını hissetmeye başladım. Yani biz bu mimarı seçtik, bize bu işi yaptı, biz de bunu çok beğenmeliyiz diye bakıyorlar. Henüz onlarla meslek üzerinden ciddiye alınabilecek bir ilişki kurabilmiş olduğumuzu söyleyemem. Mesela basında falan bir takım işlerimiz çıkıyor ve bizden “dünyaca ünlü mimarlar” diye söz ediliyor. Ben buna gülüyorum. Böyle bir durum yok aslında. Dünyada kimse önemsemez sizi aslında. “Dünyaca ünlü ödüller almış” deniliyor ki böyle bir durum varlığından da söz etmek anlamlı değil. Öyle bir grup var ki yapılanı hiç olmadığı şekliyle abartıyor. Bunun tam karşısında da genellikle entellektüel reaksiyon gibi görünen bir tür yok sayma hali mevcut. Bunu benimseyen ise ilişkiyi daha kolay kurabileceğimizi zannettiğiniz bir grup. Bu kesimin çok büyük bir bölümünün mimar meslektaşlarımız olduğunu söyleyebilirim. Bir anlamda bakmama, dikkate almama, görmeme, hatta biraz da çamur sıçratma gibi bir durumun sıklıkla karşılaştığımız bir şey olduğunu söylemeliyim. Bunu bize daha fazla hisettiren şey son dönemde yaşadığımız sergi macerası oldu.

İlk defa Eylül 2006 da İstanbul’da, sonra Kayseri’de, Trabzon’da, Ankara’da ve son olarak da Ekim 2007 de İzmir’de '...nazaran' sergisini açtık. Bu gerçekten müthiş bir yükmüş bunu ilk başta hiç hissedememiştim. Ben bir görüşe göre 45 yaş altı olup, hala işe yeni başlayan bir mimarım. Bu noktada da erken buluyordum böyle bir sergiyi. Ama iyi ki de yapmışız dediğim çok oldu. Çünkü yaptıklarımızı derleyip toparlamak, uğraştığımız şeyleri en azından 30 - 40 kişilik gruplar olarak, kendi içimizde konuşma fırsatı yakaladık ve yayınladık bir biçimde. Bu yok sayma meselesini gerçekten çok önemli buluyorum çünkü bu serginin ekoları mimarlık camiasının tamamen dışında oldu. Bizim yaptığımız sergi beş ayrı şehirde gezmiş olamasına rağmen üzerine çok ciddiye alınabilecek bir eleştiri yazısı hiçbir yerde yayınlanmadı.”

“Nazaran” sergisinin mimari kesimden pek fazla eleştiri almamasını ve nerdeyse yok sayıldığından bahseden Arolat, açıkçası “Nazaran” hakkında benimle neredeyse hiç kimse konuşmadı. Birkaç ressam arkadaşım epeyce yazdılar çizdiler, birkaç sosyolog ile mail yoluyla haberleştik, ama çok yakınlarımın kısa yorumları dışında, hiçbir mimardan ciddi anlamda bir kritik duymadım. Şaşırtıcı geliyor bana hala” dedi.

Emre Arolat, “Nazaran” sergisinden bazı projeleri anlatırken, projelerde karşılaştıkları sorunların mimarın dünya görüşü ile ifade edildiğinde, her seferinde farklı bir sonuç ve cevap doğurduğundan bahsederek sunuşuna devam etti.

Emre Arolat: “Mesela Nazaran hakkında konuşulurken 'işine geldiği gibi, nabza göre şerbet verme' denildi. Halbuki bizim derdimiz, ezberlenmiş olan mimarlık yönelimlerini veya sermaye girişimlerini bir tür manüpülasyona sokmak, kendi içinde bizim dünya görüşümüz -ki varsa eğer dünya görüşümüz, sadece bunu ciddiye alıyoruz, başka hiçbir şeyi çok ciddiye almıyoruz- ile yorumlamaktı. Bu dünya görüşünün değişmezliği ve karşılaştığımız her durumda, o durumun kendi iç potansiyellerinin olabildiği kadar bu dünya görüşü çerçevesinde araştırılması ve her seferinde buna özgül bir cevap üretilmesiydi aslında. Herşeye rağmen üzerinde çok fazla durulmuş olan ve beklentilerin de her seferinde yeniden değerlendirildiği, üstünden bir kere daha geçildiği bir süreç bizim için tasarım süreci. Ben bunu biraz çarpma işlemine benzetiyorum. Ortada iki tane sayı var; çarpılan sayı dünya görüşümüzdür diyelim, çarpan sayı da konuya ait spesifik olan veriler ve üçüncüsü de ortaya çıkan. Eğer sizin dünya görüşünüz sabit ise ve veriler sürekli değişiyorsa, ortaya çıkanların hepsinin birbirine çok fazla benziyor olması sorunlu bir duruma işaret eder. Tasarımın, bize çok yüce bir şey olarak öğretilen o mimarlık çizgisi üzerinden biçimleniyor olması bana çok tehlikeli bir durum gibi geliyor. Çünkü eğer çarpan değişiyorsa ve sizin dünya görüşünüz değişmiyorsa, sonucun değişkenliği doğaldır. Bu benim öteden beri üzerinde çok durduğum bir şeydi. Onun için de bu sergide hep beklentilerin benzer olduğu durumlarda ortaya nasıl farklı sonuçların çıkabildiğiyle ilgilendik. Sonuçta 'Nazaran' derken de, 'bir şeye nazaran tasarlıyoruz, bir şeye göre tasarlıyoruz'u anlatmaya çalıştık.

Temelde bizden beklenen hep aynıydı. Afili, muhteşem yapıtlar ortaya koymak, bugünkü mimari yönelimler ve bugünkü gösteri dünyası içinde kendisini çok gösteren, ortaya çıkan ve herkesin birbirine caka satacağı ürünler yaratmaktı. Bazen çok zor olsa da bu ağır beklentilerin üstesinden gelebiliyoruz. Yani bunları zaman zaman başka kanallardan problemleştiriyoruz. Şunu belirtmeliyim ki mimari dil ya da uslüp olarak ortaya konulan çizginin, çok kapatıcı bir şey olduğunu ve bir takım potansiyalleri harcadığını, biz mimarların buna kapılmaya çok da hakkı olmadığını düşünüyorum.

Mesela üzerinde çalışmakta olduğumuz Maslak’taki ofis projesi, iki yüzlü bir yapıya ait. İstanbul’un bu bölgesindeki örüntü, yapıların giydirilmesiyle ve mimarlar tarafından da oldukça rüküşleştirilmesiyle oluşuyor. Maslak’ta bir bina yaptığınız zaman mutlaka öbürlerinden daha albenili olmak zorundaymış gibi davranmanız bekleniyor tasarımcı olarak sizden. İşin ilginç tarafı o bölgeye de prestij alanı deniliyor. Oradaki yapıların hepsi prestij yapısı olarak tasarlanmış. Bir de böyle bir saçmalık var. Biz bu giydirme durumunu biraz sorunsallaştırdık. Aslında binaları soyduğunuzda mühendisler tarafından yapılan strüktürlerin tümü çok güzel, hiçbir problemleri de yok. O yapılar aslında giydirilmeden evvel çok rasyoneller. Beton karkaslar olarak kalsalar, biz mimarlar elimizi hiç sürmesek onlara, şahane bir durum olacak. Ama ne zaman üstüne başına takıştırmaya başlıyoruz, o zaman olduklarından başka bir şeymiş gibi yapan binalar ortaya çıkıyor. Biraz bunu sorunsallaştıran bir çıkış noktasıyla, yapının gündüzleri abartılı bir tür elbise giymesini, gece ise bu elbiseden soyunmasını öngördük. Bu kırmızı elbiseli yapının içinde çok rasyonel bir strüktür var ve gece bina soyunduğunda, yani içindeki ışıklar yanıp dıştaki cidar görünmez hale geldiğinde içerideki yapı tüm saflığıyla ortaya çıkıyor.

Yine aynı yakada, Göktürk Bölgesi; müthiş bir çılgınlık halinde, akıl almaz yatırımlar yapılan bir alan. Aynı bölgede tasarlanan benzer büyüklükteki yerleşmeler arasındaki bağlamsal farkların oluşturduğu eşitsizlikleri ortaya koymak amacıyla bu projeleri yan yana sergiledik. Burası ise Ortaköy Vadisi. Buradaki farklı konut projelerinde imarın kısıtlayıcılığını problemleştirdik. Bölgenin yapısal kısıtları, '15,50 yükseklik, 1,5 m çıkma, 1,5 m saçak, %33 çatı meyili, altındaki bağımsız bölümle ilşkilendirilmiş onun %30’unu geçmeyen çatı piyesi', gibi kutuyu bütünüyle tarifleyen bir durum. Siz ondan sonra binaya mimar olarak bir takım makyajlar yapıyorsunuz. Bu konut projelerinde acaba böyle kısıtlayıcı durumlar ile mimarlık yan yana gelebilir mi sorusunu derinleştirmeyi denedik.

Yine Ortaköy vadisinde, Ulus’ta tasarladığımız Savoy projesinde bu defa topoğrafyayı sorunsallaştıran bir yönelimimiz oldu. Bu arazide sıkı bir eğim var. Bu eğimi kullanarak yapıları topografyanın malı haline getirebilir miyiz, diye sorduk sorumuzu burada. Her yeni projede verileri ve hikayeyi biraz daha dibine doğru zorlayıp, yüzeysel yönelimlerden arındırıp neler yapılabileceğini araştırmayı hedefliyoruz.



Dalaman’da tasarladığımız havalimanı yapısında, terminallerin bildiğimiz normları içinde sıklıkla gördüğümüz, çok pırıltılı, granit veya parlak metal kaplı, aynalı camları olan, her biri strüktürel iddialar taşıyan ekspresif çatı örtülü yapısal konvansiyonu sorguladık. Havalimanı denilen yapıyı diğerlerinden farksız bir mimarlık sorunu olarak görüyorum. Hepimizin bildiği gibi uluslar arası havalimanı terminalleri bulundukları kentlerin veya bölgelerin bir tür kapısıdırlar ve işlevin oluşturduğu bazı bağlayıcılar vardır. Ama bir havalimanının tasarım yönelimleri, bir yapı olarak bezeme anlayışı hep aynı olmak zorunda mıdır? Bize pek öyle gelmiyor. Çünkü yerle kurulan ilişkinin bütün yapıları özgülleştirme olasılığı çok kuvvetli. Kişisel olarak ve takım halinde bunu böyle görmeye meyilliyiz ve sürekli bununla uğraşıyoruz. O anlamda da Dalaman’da yapılan havalimanı aslında kocaman bir çardaktır. Bu terminal sadece yazın kullanılıyor, kışın hiç uçak inmiyor ve klimaların sürekli olarak çalışması söz konusu. Son dönemde bu coğrafyada bir tür seferberlik hamlesi çerçevesinde inşa edilmiş olan havalimanı yapılarının kendilerine göre birçok özellikleri, kendi oluşturdukları farklı bağlamlar üzerinden türeyen mimari argümanları var. Ancak hiçbirinin 'yer'le çok okunaklı bir ilişki kurduğu iddia edilemez. Hepsi çok evrensel ve global yönelimli yapılar ve dünyanın her yerinde olabilecek strüktürler.

Dalaman tamamlandıktan çok kısa bir süre sonra Sabiha Gökçen Terminali’nin yarışmasına davet edildik. Biliyorsunuz, Atatürk Havalimanı’nın büyüyecek yeri kalmadı. Yeni pist de oluşturulamıyor. Bu nedenle, Sabiha Gökçen çok daha potansiyelli bir alan. Bizim için önemli tarafı, yani görür görmez aklımıza gelen, bulunduğu yeri sorunsallaştırmaktı. Sabiha Gökçen Havalimanı’nda, terminalin yapılacağı yere baktığınızda koca bir çukur var ve bu harika bir fırsat diye düşündük. Arkada bir otopark, önde de bir terminal binası yapılması isteniyor. Bu havalinamlarının kent tarafından bakıldığında koca koca anıtsal yapılar olarak ortaya çıkmaları için çok önemli bir sebep yok bence. Tam yapıyı algılamaya başladığımız arka yoldan aprona doğru tatlı eğimli bir çizgi çeksek, bunları da, kapalı alanları da bu çizginin altına, hazır topografya böyleyken koysak, araziyle bütünleşen bir strüktür haline getirebilir miyiz diye düşündük yapıyı.

Neredeyse hiç kazı yapmadan bu koca yapıyı inşa etmek, üstelik kentten geldiğinizde bu dev strüktürü neredeyse hiç görmeyecek olmak çok cazip göründü. Bu fikri hemen benimsedik ve çok önemsedik. Kendisini zaman içinde tabiata, bırakabilecek hatta üzerini ot bürümesiyle yavaş yavaş kaybolabilecek bir terminaldi tasarladığımız. Bu projeyi yer ile kurulan ilişkiyi bir kere daha sorunsallaştırmak açısından çok önemsedik.



Üstünü başını çok fazla giyinmemiş, gerekliliği tartışma götürür binlerce metrekarelik kaplamaları askıya almış ve bunlar için çok para harcanmamış havalimanları konusunda hala ısrarlıyız. Etrafımızda oldukça fazla sayıda bunun ters örneği var. Her tarafı pırıl pırıl kaplanmış, asma tavanlarına binlerce downlight takılmış, ıssız salonlarının karış karış her yeri, hiç sönmeyecek 300 lüks aydınlıkla yıkanan gıcır gıcır havalimanları bunlar. Bu pek sorgulanmayan, hatta daha da vahimi, evrensellik, çağdaşlık falan gibi kerameti kendinden menkul laflarla bezenmiş bir yönelim olabilir. Kuşkusuz, bu tür tutumların otomatikleşmesini hayli sakıncalı buluyoruz.”

Söyleşide Emre Arolat, “Nazaran Sergisi” sonrası işlerini, “yüzleşme”nin temsilleri olarak adlandırdığı, bazı işveren sunuşları ile anlattı.

Emre Arolat: “Büyük bir inşaat firmasına, Kağıthane Bölgesi’nde ofisler yapmamız söz konusu oldu. Burada bizden ilk beklenenin aynı firmanın bir başka mimarlık grubunun tasarımı ile Maslak’ta daha önce inşa etmiş olduğu 'Tower' gibi bir yapı olduğu söylenebilir kolaylıkla. Maslak’taki bu bina, içindeki hayatla da gurur duyulan tipik bir prestij ofis yapısı. Fakat yatırımcı firma aynı da olsa, bu defa bizim tasarladığımız yapının bulunduğu yer Kağıthane. Maslak’ta yazılmış olan hikayeyi orada sürdüremezsiniz. Tasarımı ilk kez yatırımcıya sunarken önce İstanbul’da ofis yapıları örüntüleri ile bilinen, kentlinin imgeleminde yer etmiş bölgelerden örnekler verdik. Küçük Manhattan denilebilecek Büyükdere Caddesi ilk örneğimizdi. Burada yabancı sermaye kendini en görünür şekilde yapısallaştırıyor ve hepimizin bildiği bir sürü de emelleri var. Sonra Beyoğlu’nu gösterdik. Burada bir tür tarihi katman devreye giriyor. Ancak Beyoğlu iki yüzlü bir yer. Hala çok şık sakinleri var ve bir takım kaliteleri barındırıyor içinde. Ama Beyoğlu da dönüşmeye başladığında Cezayir Sokağı, Fransız Sokağı oluyor. Bir de bunun başka türlüsü olan Teşvikiye gerçeği var. Beyoğlu gibi bir tarihsel katmandan burası için de söz edilebilir. Ama bunun yanında biraz daha sofistike, daha bir seçkinci olma iddiası taşıyor. İyi kötü, bu haliyle tıpkı Beyoğlu gibi sokakta yaşıyor burası. İnsanlar birbirini tanıyor, göz ucuyla da olsa selamlaşıyor. Gelgelelim Nişantaşı da yeniliği Cities ile yaşıyor.

Biz dedik ki Kağıthane böyle bir yer değil, esasen bunlardan hiçbirine de benzemiyor. Kendimizi kandırmayalım. Tamam, Kağıthane çok gelişiyor, hem Haliç’te hem de dere boyunda pek çok proje var, tam ucunda da santralistanbul. Belediye bütün alanı ıslah etme hevesinde. Cendere Vadisi gibi acayip projeler var.



Bizim projemizin yapılaşacağı alana baktığımızda, çevrede bir takım endüstri yapısı kalıntıları ve tam karşımızda da çok yoğun bir konut örüntüsü görüyoruz. Biz burayı kendi iç potansiyelleri üzerinden nasıl değerlendirebiliriz dedik. Ekip olarak bunu birbirimizle çok fazla konuşmuyorduk ama içten içe burayı sevmeye başladığımızı itiraf etmeye başladık. Çünkü hakikaten eşi bulunmaz, katıksız bir doku bu. En iyi tarafı da mülkiyet sorunları yüzünden bildiğimiz kentsel dönüşüm hikayesine kolayca teslim olmayacak gibi görünmesi.

Bir süre daha değişmeyecek bu örüntüyü 'acaba nasıl kapsayabiliriz' diye düşünmeye başladık. Gördük ki bu yapı aslında bir anlamda hayli modernist bir potansiyel taşıyor. Bizim arazinin her seviyesinden bakıldığında bir yandan çok anonimleşen, öte taraftan da çok özgül tekstürlere dönüşebilen akla gelmedik doluluk-boşluklar oluşuyor. Bunları hesaba katarak bir takım açılımlar yaptık ve bu bağlamda ölçeğin aslında çok önemli, bağlayıcı bir faktör olduğunu gördük. Buradan bir yapı üretmek çok zor bir durumdu. Önce suluboya benzeri flu çizimler ürettik. Sonra gittikçe cesaretlenmeye başladık.

Bir taraftan içine kapalı olmayan, çevre ile bir tür benzeme ilişkisi kurabilecek, geçirgen bir durum oluşturmayı; öte yandan cazibesi ve satılabilirliği olan yapıları oluşturmayı amaçladık. En son bu noktaya geldiğimizde ve kat planlarıyla uğraştıkça sezdik ki proje bugünkü pazarlama ve kiralama dünyasının içinde kendisine yeni bir yer bulabiliyor. Bu coğrafya için çok bilindik, çok alışıldık bir yer değil bu. Ama hatırı sayılır bir ağırlığı olabilir bu özgül pozisyonun. Zira Maslak’ta, Büyükdere Caddesi civarındaki binalarda kira metrekaresi, 25 - 30 Dolar civarında ama burada hedeflenen rakam bu seviyelerde değil. İyi iş yapan bir doktorun veya avukatın, hatta belki bir süreliğine bir mimarın verebileceği bir kira.



Bu projede de ilk bakışta diğerlerinden farksız olarak karşımızda sermayeyi temsil eden bir yatırımcı grubu var. Bu grubun genel ve alışıldık beklentilerin dışında olduğunu düşündüğümüz bir durum olduğundan, itiraf etmeliyim ki son dönemdeki projelerimiz arasında en endişeli sunuşlarımdan birisiydi bu. Tabii bir yandan da bu özgül durumun potansiyellerinin, bir tür sofistikasyona sahip olduğunu düşündüğümüz yatırımcı tarafından anlaşılabileceği ümidini taşıyorduk. Bu da diğerleri gibi bir ortak platform oluşturma girişimiydi ve belki de diğerlerinden pek de farklı olmayan bir biçimde yatırımcıyı çok alışık olmadığı yeni bir yere çağırıyordu. Sanıyorum beklentilerimizin paralelinde, yatırımcı projenin içinde barındırdığı cazibe ışığını gördü. Sunuş umulanın da üzerinde iyi sonuçlandı ve öneri derin bir biçimde benimsendi. Biraz şaşırtıcı bir süreçti yine de. Şu anda heyecanla yürüttüğümüz bir proje."

Geçen yıl tasarlanan Siemens Park, Yalova Kültür Merkezi ve Çeşme’deki bir projesini anlatan Arolat, sunuşunu en son kentsel dönüşüm projelerine bakış açısını anlatarak bitirdi.

Emre Arolat: “Son anlatacağım proje, bir kentsel dönüşüm projesi. Bursa Dericiler Bölgesi Kentsel Dönüşüm Projesi. Sevgili Murat Güvenç’le birlikte tasarladığımız bir projeydi bu. Belediye Başkanı’na ve pek çok yetkili ile orada bulunan yüzlerce malike sunduğumuz bir projeydi bu. Akıbetini bilmiyorum. Kimse arayıp haber vermedi gelişmeleri.



Bu kentsel dönüşüm hikayesi, aramızda çok konuştuğumuz, sorunsallaştırdığımız bir şey. En son Tarlabaşı ve Fener Balat projeleri bizi, ciddi anlamda bu konuyu deşmeye sürükledi. Çünkü Fener Balat projesine çağrıldığımızda bizden bir takım tasarımlar istediler. Ben ilk toplantıya gittiğimde bu kentsel dönüşüm denen şeyin modeli nedir diye sordum. Bunu önemli buluyorum çünkü. Bu “değer arttırımı” modeli dediler. Pek anlayamadım. Şöyle açıkladılar bu modeli; 'Mesela oradaki bir adam 100m2’lik bir evde oturuyor, bunun yarısını alacağız. Evi yıkıp, ona 50 m2’lik yeni bir yer vereceğiz Ama eskiden 100 lira eden ev, bu operasyondan sonra 200 lira etmeye başlayacak. Böylece değer arttırma modeliyle biz de alan kazanmış olacağız.' Adamın evinin yarısını alıyor musunuz siz dedim. Evet dediler ama öbür yarısı daha kıymetli hale geliyor. Kaç kişiden bahsediyoruz? Binlerce kişi. Bu binlerce kişiye şunu mu söylüyorsunuz aslında dedim; siz buradan pılınızı pırtınızı toplayıp gidin, artık bizim çocuklar gelip oturacak buraya. Alı al moru mor çıktım dışarı. Ondan sonra bir toplantı daha düzenlendi, böyle danışmanlar, hocalar var hepimizin çok iyi bildiği isimler. Belediyeden de birkaç yetkili. Yatırıma önayak olan holdingin yöneticileri ve orayı tasarlaması söz konusu olan mimarlar. Neredeyse hepsi arkadaşlarım. Haftada birkaç kere gördüğüm, aynı mekanda bulunduğum insanlar bunlar. Parça parça porsiyonlar oluşturulmuş holdingin mimarları tarafından. Burası senin, burası benim… deniz kenarını da bir grup almış, zaten bir çalışmada yapmış daha önceden. Bir sunuş yaptı onlar. Hayli yapısal bir yaklaşımdı. Hatta yapısalcı bile diyebilirim. Hiçbir sosyolojik katman yoktu sunuşta. Hayal kırıklığının ilk perdesiydi benim için bu sunuşu izlemek. Sonra konuşmalar 'Fener Balat’ın mevcut yapı örüntüsünün düz veya tırtıklı olması üzerine yoğunlaştı. Her kafadan bir ses. Çok yaratıcı bir durum. Bunların hepsi mimar arkadaşlar. Ortadaki sosyal tutarsızlıklar kimseyi ilgilendirmiyor olamaz herhalde diye düşündüm bir süre. Sonra baktım ki hikaye iyiden iyiye anlamsızlaştı. Şaşkınlık ve dehşet içinde bir dakika dedim, bu modeli konuşmayacak mıyız? Biz ne yapıyoruz, buraya neden geldik? Şimdi burada mimarlık konuşacağız dediler bunun karşısında. Tam olarak kavrayamadım önce ne demek istediklerini. Sonra anladım biraz. Kusura bakmayın dedim, mimarlık bütün bu kontekstten azade bir uğraşı alanı değil, bunu bir konuşalım. İtiraf edeyim ki masadaki yirmi kişinin en az yarısının bu kanala gireceğini, sözün mecrasının yön değiştireceğini umuyordum hala o saniyeye kadar. Bu sorumsuzluğu nasıl sindiririz içimize, böylesine bir ayağı bu denli sorunlu bir projenin içinde bizler nasıl var oluruz falan derken, tam o sırada bir arkadaşım 'Ya boş ver şimdi bunları Emre, buranın trafiği ne olacak dedi?'. Arkama bakmadan çıktım o gün oradan. Sonra da kısa bir mektup yazarak bu projenin içinde yer almayacağımı bildirdim yatırımcı firmaya.

'Şimdi sen gittin ama iyi olmadı, senin yerine bilmem kim geldi, o da güzel binalar yapamıyor diyor şimdi arkadaşlar. Yani bütün dert bundan ibaret. Orada güzel binalar yapılacak, biz mimarlar böyle bir kurgunun içinde bulunacağız ve bunu da sorgulamayacağız. Ben böyle bir işbirliğini hakikaten hazmedemedim. Bu projelerin bu ölçütlerle tasarlanmalarını çok sorunlu buluyorum. Bu sorgulamayı yapmayan mimarlara da dehşet içinde bakıyorum. Sanki ortada yapacak başka iş, başka proje yokmuş gibi… Şunu vurgulamam lazım. Bir kentin belirli bölgelerinin modern dünya içinde kendi dinamikleriyle değişmesini çok olağan buluyorum. Para el değiştiriyor, yerler el değiştiriyor, bütün bunlar olağan. Olmasın, hiçbir şey el değiştirmesin gibi bir naif bir temenniden uzak durduğumu söylemeliyim tam bu noktada. Kent nasıl kuruluyorsa öyle de çözülür. Demografik, sosyolojik, ekonomik, politik ve diğer faktörler doğal koşullayıcılarıdır bu çözülmelerin. Ama siz bir holding eliyle binlerce kişiye birden, bir anda, 'kalkın siz artık Halkalı’ya gidin orada oturun' derseniz olmaz. Orada yaşayanların hiçbir şeyden haberi yok. Ne proje biliyorlar ne de başka şey. Bir gün bir anda önlerine konacak hazırlanan senaryo. Sevsinler ya da sevmesinler, yapacak hiçbir şeyleri, düşünmeye bile zamanları olmayacak. Defibela kabilinden gidecekler uzaklara. O toplantıda bulunan danışman mimar abilerden bir tanesi şöyle demişti bana: 'Emre sen farkında mısın, bu adamlar doğru düzgün masada oturup çatal bıçakla yemek yemeyi bile bilmiyorlar.' Hayatım boyunca unutmayacağım bu cümleyi. Çıktım dışarıya ve benim kentsel dönüşüm maceram da böylece bitmiş oldu."
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.