Haberler

Kentsel Dönüşüm ve Kamusal Alan (Yeniden) Tanımlanıyor

Tarih: 7 Nisan 2008 Yazan: Burcu Karabaş
Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği (AICA) Türkiye ve Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA) işbirliği ile 2007 - 2010 yılları arasında düzenlenmek üzere programlanan ve konuları İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması teması etrafında şekillenen “Düşünce Üretme ve Tartışma Toplantıları Dizisi”nin dördüncüsü, geçtiğimiz hafta düzenlendi. “İstanbul’da Kentsel Dönüşüm ve Kamusal Alanın Yeniden Tanımı” adı altındaki atölye çalışmasına katılan konuşmacılar arasında, İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. İhsan Bilgin, Mimar Sinan Üniversitesi Öğretim Üyesi Zeki Coşkun ve Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Uğur Tanyeli vardı. Çalışma, IFEA’dan Alexandre Toumarkine’in kentsel dönüşümü dört farklı boyutuyla tanımladığı açılış konuşmasıyla başladı.

Turizmin gelişmesine odaklanan İstanbul’un tarihi semtlerindeki kentsel dönüşüm uygulamaları, bu boyutlardan ilki. Turistler, otelciler, oluşturulması planlanan sanayi sitelerinin yüklenicileri ve deri sanayisi üreticileri tarafından desteklenen bu dönüşüm projeleri, küçük sanayici için kent dışına itilme anlamı taşıyor. Bu dönüşüm, aynı zamanda TOKİ ve benzeri kurumsal müteahhitlerin kentin tarihi alanlarına yönlendirilmelerini de kapsıyor. Güncel kentsel dönüşüm tartışmalarından biri olan Sulukule projesi bu bağlamda sınıflandırılabilir.

Kentsel dönüşümün ikinci boyutunu ise deprem riski nedeniyle yapılan projeler oluşturuyor. Neden olarak görünen risk bahaneleri, kolayca tahmin edilebileceği gibi aslında rant amaçlı.

Kentsel dönüşüm adı altında şehir dokusunun tasfiye edilmesi, yani “güzelleştirme ve imaj yaratma” çalışmaları ise rant sağlama amacıyla ileri sürülen bahanelerden bir diğeri. Genelde yoksul mahallelere yoğunlaşan güzelleştirme projeleri, “seçici” olmalarıyla dikkat çekiyor. Lüks villa inşaatlarının birbiri ardına başladığı “zengin” kaçak yapılaşma alanlarında söz konusu dahi olmayan ve belli çevrelerin çıkarları adına istimlak edilen mahalleleri kapsayan bu çalışmaların da kentsel dönüşüme hizmet ettiği iddia ediliyor.

Son olarak Kartal’ın tipik bir örnek oluşturduğu “sanayisizleştirme” projeleri, kentsel dönüşüm çalışmaları kapsamında.

Bir kentin dönüştürülme çalışmalarının kentlinin çıkarını gözetmediği ve çalışmalara kamunun eşit oranda katılımı sağlanamadığı sürece, kent imajına katkıda bulunmak bir yana, kentin parçalanmasına neden olacağı görüşünün belirtildiği toplantı, İhsan Bilgin’in konuşmasıyla devam etti.


Konuşmacılar (soldan sağa): Zeki Coşkun, İhsan Bilgin, Burcu Pelvanoğlu (Oturum Moderatörü, AICA Üyesi), Uğur Tanyeli
Fotoğraf: Arkitera Mimarlık Merkezi

Kentsel Dönüşümün Katmanları
İstanbul’da kentsel dönüşümün farklı katmanları olduğuna dikkat çeken Bilgin, kentin aynı anda iki tarihi süreci yaşıyor olmasının mevcut sorunların kaynağı olduğuna dikkat çekti.

Hızlı nüfus artışı ve bu artışın beraberinde getirdiği üretim ve istihdam sorunları İstanbul’un kendi içindeki en ciddi sorunlarından biriyken, bununla eş zamanlı olarak global dünya ile ayrı düşmeme ve İstanbul’un kentsel aktörlerinin global aktörlere dönüştürülme çabası, durumu karmaşıklaştırıyor. Normalde farklı platformlarda ve ayrı zamanlarda çözümlenmesi gereken bu sorunlar, İstanbul’da aynı zaman diliminde birleşince, kavramların yeniden tanımlanması gerekliliği kaçınılmaz oluyor. Bu nedenle modern kentsel yaşamın üretim sorunlarını yansıtan “kamusallık”, anlaşılması gereken öncelikli terimlerden.

Bilgin, kamusallığı şahsi mülkiyetin söz konusu olmadığı alanlar, sosyal hizmet alanları ve sosyal misyon taşımayan ikamet alanları harici “karşılaşma” mekanları olarak üç alt başlık ve bunların karışımlarından meydana gelen diğer kavramlar altında tanımlanabileceğini belirtiyor. Herhangi bir şahsa ait olmayan kamusal mülkiyetin, piyasaya destek ve iş gücünün yeniden üretimini sağlamak amacıyla piyasa dışı yollarla yeni göçerlere tahsis edildiğini ifade ederek devam ediyor: "Kamuya ait mekanın kamusal hizmet amaçlı düzenlenmesi yerine piyasa mekanizmalarına alet olarak gecekondulaşması, önemli bir sorun teşkil ediyor. Kamuya sosyal hizmet sağlaması gereken eğitim, sağlık, rekreasyon amaçlı park, hastane, eğitim kurumları ve kamu hizmet binalarını kapsayan ve kitlesel modernleşmenin ilk gereksinimlerinden olan alanların ve altyapının ise 40’lı yılların sonundan 80’li yılların ortasına kadar kaynak azlığı sebebiyle asgari limitler düzeyinde üretilmesi, bu alanların kamu ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak olmasının sebebi. Sosyal misyon taşımayan karşılaşma mekanları ise ikamet fonksiyonu olmayan cadde,sokak, eğlence yerleri gibi kentin diğer bileşenleri.

Bir kentin temel ihtiyaçlarını ve başlıca modernleşme gerekliliklerini oluşturan bu alanlarda sürdürülebilir bir kentsel gelişme henüz sorgulanamadan zamanın hızla ilerlemesi ve globalleşmenin getirdiği zorunluluklarla karşı karşıya kalınması, bu önceliklerin ele alınmasına fırsat bırakmıyor. Tüm dünya ile aynı anda kamusal alanın çok katmanlı olarak özelleştirilmesi sorunuyla karşı karşıya kalan İstanbul’da süreç, kamusal mülkiyetin ve sosyal misyonu olması gereken kamusal alanların özelleştirilmesiyle devam ediyor. Buna bağlı olarak, kamusal alanın misyonu da özelleşiyor ve bu sosyal alanlardaki “karşılaşmalar”, özelleşmiş misyonun manipülasyonu altında gerçekleşiyor. Kentteki “artık ve ötekileştirilmiş alanlar” da bu durumun sonucu olarak ortaya çıkıyor.

Sorunlar dizisine yol açan kamusal alan özelleştirmeleri, kamu ve özel sektör işbirliği, yap-işlet-devret yöntemi ve kamu arsalarının özel sektöre satılması ve uzun vadeli kiralanması ile gerçekleşiyor. Bu durum, kentin mülkiyet haritasında ciddi değişikliklere neden oluyor. Bu durum, sadece arazilerin özelleşmesiyle sınırlı kalmıyor elbette. Önceden sosyal misyona sahip eğitim, sağlık gibi alanların da özelleşerek hizmetlerin kendisinin de sektörleşmesine ve “sermaye birikim aracı” olarak görülmesine yol açıyor. Bu hizmet sektörü, kültür endüstrisini de boş zamanı manipüle edecek şekilde örgütlüyor ve 80’li yıllardan sonra büyük bir hamle yapan kültür endüstrisi, kamu kullanımı bağlamında boş alan bırakmamaya yönelik atılımlarda bulunuyor.

Böylece, İstanbul’un son çeyrek yüzyıllık tarihinin özeti olarak şu durum karşımıza çıkıyor: Henüz tamamlanamayan ve nüfusun ihtiyacını karşılamayan park, ulaşım ve diğer sosyal alanların oluşturulmasına yönelik çalışmalar devam ederken, diğer yandan da global bakış açısına yönelik arazi dönüşümleri, yani büyük alışveriş ve iş merkezleri ile sitelerin projelendirilmesi söz konusu. Ayrıca, yeni bir gündem konusu olarak tanımlanabilecek kültür merkezleri ve kültürel organizasyon çalışmaları da değinilmesi gereken konulardan."

İhsan Bilgin, “İstanbul’da Kentsel Dönüşüm ve Kamusal Alanın Yeniden Tanımı” kavramının, bütün bu tanımladığı dönem ve sorunların mekanizmaları arasına sıkışmış bir uygulama olduğunu düşünüyor. Kentsel yönetimlerin ise, bu sıkışmışlık içerisinde eşit ağırlıklı kararlar veremediğini, geçmişten gelen ve günümüz koşullarının oluşturduğu kamusal alan pratikleri arasında kaldığını, yapılan projelerin genel olmaktan uzak olduğunu, belli bir yerde duramadığını ve “kentsel dönüşüm” adı verilen sürecin aslında ilginç bir siyasal mücadele alanı haline geldiğini ekliyor. Bilgin, kentsel dönüşüm alanlarını siyasal mücadeleye ve farklılaşmalara açık ara konumdaki alanlar olarak tanımlıyor. Bu alanların 80’li yıllarda olduğu gibi, ancak bugünün mekanizmalarıyla iş gücünün üretimine yönelik mi yoksa globalleşmiş sermayenin birikim talepleriyle şekillenmiş projeler için mi kullanılacağını ise ilerleyen zamanlarda göreceğimizi belirtiyor.

Geçmişe ve günümüze ait kamusal alan oluşturma pratiklerinin daha net anlaşılabilmesi, 80’ler sonrası İstanbul’un alt dönemlere ayrılmasıyla mümkün. 1983 – 1992 yılları arasında atılım ve yenilenme dönemi olarak adlandırdığı zaman dilimini önemli bir başlangıç olarak görüyor İhsan Bilgin. İki kuşağın sorunlarını birden çözme denemesi olarak gördüğü bu dönemde, yeni çevre yolları inşaatları ve yeni toplu konut yatırımları söz konusu. Bu yatırımları yapacak yeni kurumsal mekanizmaların da ortaya çıktığı bu yıllar arasında, arazi geliştirmesine ve özelleştirmesine yönelik ilk denemelerin de yapıldığını söylüyor.

1992 – 2001 yılları arasında kalan ve İstanbul’un 90’ları olarak özetlenebilecek zaman dilimini ise durgunluk ve dejenerasyon dönemi olarak tanımlıyor. Kentin yeniden yapılanmasının savaş, ekonomik krizler ve benzeri nedenlerle sistem dışı etkenlerle durdurulduğunu ve bu dönemin kentsel gelişim açısından bir kesintiyi ifade ettiğini söylüyor:

"2001’den günümüze kadar olan süreç ise, yeni bir atılım dönemi. Yeniden başlayan özelleştirmeler, yeni karma kullanımlı kompleks inşaatları, konut sektörü ve kültür endüstrisinin atakları, Marmaray ve Yenikapı gibi yeni projeler, bu dönemi oluşturuyor ve İstanbul’u şekillendiriyor."

Bu alt dönemlerin, tarafsız ve kendiliğinden gelişen olaylara sahne olmadığına ve “aylaklığın da bir sektörel pozisyona çekilmesi” çabalarının muhalif bakış açılarını devre dışı bırakmaya yönelik olduğuna dikkat çeken Bilgin, bu durumun nüfusun bir kısmını ötekileştirerek sistem dışına attığını vurguluyor: "Sistemin asıl görevi 'herşeyi kontrol altında tutabilmek' ve bunu daha iyi anlayarak ve iyi yöneterek yapmak iken, kontrol etmek yanlış algılanarak, belirli kesimleri tamamen sistemin dışına sürükleyerek uygulanıyor. Bu tabii ki sadece İstanbul’da değil, tüm dünyada gündemde olan bir problem.

Kentin üretiminde, aynı anda hem sermaye birikimine odaklanmak ve sermayeye ağırlık vermek, hem de sistem dışında insan kalmayacak şekilde nüfusu ön plana almak mümkün görünmüyor. Bu da, günümüz dünyasının paradoksunu oluşturuyor. Bu risk, göze alınıyor ve uygulamalar bir şekilde devam ediyor."

Bilgin, konuşmasının son bölümünde, dünya genelinde bu bahsettiği sistemlerin dışına çıkma arayışlarından bahsediyor. David Harvey’in saptamalarından alıntılar yaparak iki tür arayıştan bahseden Bilgin, bunlardan birinin mekan odaklı, zamanı durdurmaya yönelik biçim tahayyülleri, diğerinin ise tam tersine zaman odaklı süreç tahayyülleri olduğunu söylüyor. Piyasayı kendi haline bırakarak düzelmesini beklemenin de bu son tahayyülle dahil olduğunu ve günümüzde oldukça sık karşılaşıldığını vurguluyor. Her şeyi global ölçek kapsamında anlamaya çalışan söylemler ile deneyim, algı ve bedene odaklanan söylemlerin, günümüzde en çok konuşulan söylemler olduğunu belirterek konuşmasını noktalıyor.

Kentsel dönüşümün katmanlarının aslında kamusal alanın özelleştirilmesi kavramıyla belirginleştiğini ve arttığını gözlemliyoruz. Ortaya çıkış nedeniyle bağlantılı veya bağlantısız birçok problematiğe neden olan kamusal alan özelleştirmelerini, İhsan Bilgin’den sonra söz alan Zeki Coşkun, kişisel deneyimleriyle zenginleştirdiği 25 yıllık bir sürecin açılımını yaparak anlatıyor.

Kamusal Alan Nasıl Özelleştirilmeye Başlandı?
Özelleştirme kavramına, burjuvanın yarattığı kamusal alanlardan bahsederek bir giriş yapan Coşkun, bu alanları, insanların biraraya geldiği mekanlar ve periyodik yayınlar olarak ikiye ayırıyor. 80’lerin ilk yarısından itibaren kamusal mekanların bu zaman aralığındaki şekillenmesini, toplumda ve bakış açısında meydana gelen değişikliklerle ve toplumsal hayatın iki önemli bileşeni olan kamusal mekanlar ve yayınların geçirdiği evrelerle açıklıyor:

"80’lerin ilk yarısında, toplumda önceden hakim olan “asker tarafından yönetilen kamu” anlayışından uzaklaşılarak “sivil toplum” kavramının oluşmaya başlaması, kamusal alan kavramında köklü değişikliklere yol açacak olayların başlangıcı. Bir kimlik arayışı, özelleştirme çalışmalarının başlamasıyla kamusal alana hakim oluyor. Kamusal mekanın sahibinin kim olduğu, nasıl tasarlanacağı ve kullanılacağı, dönemin tipik tartışmalarından." Aslında içinde bulunduğumuz dönemde yine gündeme gelen “satarım” mantığının bu dönemdeki özelleştirmelerin başlamasıyla oluştuğunu belirten Coşkun, bu kamusal mekan özelleştirmelerinin, yapılan işin sadece el değiştirme olmaması, muhafaza edilmesi gerekenin de satılması söz konusu olduğu için çok önemli olduğuna işaret ediyor.

" Kent, sunum ve pazarlama amaçlı bir 'vitrin' olarak görülmeye başlandığı için, birçok yapının ve bölgenin fonksiyonlarının değiştirilmesi de bu döneme rastlıyor. Çırağan’ın otel olarak hizmet vermeye başlaması, Conrad, Süzer Plaza inşaatları ve Tarlabaşı Bulvarı’nın dönüştürülmesi, bu dönemde temeli atılan çalışmalar. Bu yenilenme, eski ve kayıp olanın keşfedilme süreci ile paralel olarak ilerledi. O güne dek “kayıp saha” olan tehlikeli Beyoğlu’nun ve İstanbul’un “kayıp zaman” sembolü semtlerinin keşfedilmesi, yine bu zaman dilimine rastlıyor. Çukurcuma’nın antikacılar semtine dönüşmesi, iletişim, reklam, finans sektörü çalışanlarının buluşma mekanları olan “cafe - bar” olgusunun ortaya çıkması, Ortaköy ve Sıraselviler semtlerinin yeni buluşma mekanları olarak popülerleşmesi ve daha sayılabilecek birçok dönüşüm, İstanbul’un bugünkü halini almasının başlangıç noktası olarak görülebilir. Özet olarak, kamusal mekan kavramından, yeni aktörler için yeni buluşma mekanları anlaşılıyordu."

Kentteki kamusal mekanın geçmişini algılayabilmek için, önemli bir sosyal öğe olan iletişim araçları ve yayınların gelişimini de incelemek gerektiğini düşünen Coşkun, konuşmasına şöyle devam ediyor: "Yeni mekanlar kente katılırken yeni iletişim aktörlerinin de oluşması, kamusal alan tariflerine yön veriyordu. Milliyet Gazetesi’nin el değiştirmesi, Doğan Yayın Grubu’nun oluşumu, Güneş Gazetesi’nin çıkışı, farklı bakış açılarıyla Kadınca ve Erkekçe adlı dergilerin yayınlanması, yayın dünyasında kamusal alan kavramının tartışılmasını ve tanımlanmasını sağladı. Basın yoluyla bir şehir gençliği oluşturmaya yönelik çalışmalar kısa ömürlü olurken, tüketim toplumuna hitap eden Tan Gazetesi, adeta bir devrim yarattı. Kamuyu ilgilendiren olayların tartışılamadığı ve yazılamadığı, sadece resmi ve bir örnek haber bültenlerinden okunması gerektiği bir dönemde Tan, bireyseli kamusallaştırarak yeni bir haber kültürü oluşturdu. Mizah dili ile haber dilinin birleştiği 'hikayeleşen' adliye ve polis haberleri, tekil ve özel alanın kamuya açık hale getirilmesi ve bunun sonucu olarak 'aylak takımı' olarak nitelenebilecek kitleye ait zihniyetin genelleşmesi, toplumda görünür olma ve teşhircilik arzusunu yarattı."

Tam da bu noktada, üçüncü konuşmacı Uğur Tanyeli’nin kamusal mekanın neden mimarlıkla değil, toplumla ilgili olduğunu açıkladığı düşünceleri, neden kentsel dönüşüm konusunda toplumun geçirdiği evrelere yoğunlaşmak gerektiğinin bir göstergesi. Tanyeli, “İstanbul’da Kamusal Mekanda Konumlanmak Neden Çok Zor?” adlı konuşmasının başında, konu olarak neden özellikle ve sadece İstanbul’a odaklanacağını açıklıyor. Türkiye’de kamusal mekana ilişkin her dönüşümün öncelikle İstanbul’da konuşulduğunu ve yine her dönüşümün öncelikle İstanbul’da olduğunu belirten Tanyeli, bunu 300 yıllık bir zaman dilimini söz konusu ederek açıklayacağını belirtiyor. Fiziksel bir gerçeklik olan kamusal mekanın ise nasıl biçimlendirildiği ve inşa edildiği değil, o kamusal mekanda konumlanmanın “paranoyasından” bahsedeceğini vurguluyor.

İstanbul'da "Kamusal Mekanda Bulunma Korkusu"
"Bu korku, İstanbul’un yaklaşık 300 yıllık geçmişinde yer alıyor. Kamusal ve özel kavramlarının birbirinden ayrı algılanması oldukça yeni, ancak 19. yy’ın sonlarında ortaya çıkıyor. Ancak bakış açılarını ve gelişimi anlamak için geriye bakmak, dolayısıyla 300 yıl önce adı 'kamusal mekan' olmayan kamusal mekanlardan bahsetmek zorundayız."

Kavramsal repertuarı hiç oluşturulmamış konuları birdenbire tartışmaya başladığımızı belirten Uğur Tanyeli, kamusal mekanda bulunma korkusunun Türkiye’de modernleşmenin dinamiklerinden birini oluşturduğunu söylüyor. Bunun nedeni ise, Tanyeli'ye göre modernleşmenin Türkiye’de kamusal mekanda bulunmaya verilen tepkilerin, bu alandaki mücadelelerin ve bunlar neticesinde ortaya çıkan denetim örüntülerinin sonucu olarak ortaya çıkması:

"Kamusal alan, özgürleştirmeyen, aksine denetleme çabalarını oluşturan bir kavram. Bu çabaların varolmasına bir zemin oluşturan kamusal alanın mimari biçimlerle de ilgisi olmadığı, sosyal tepkiler ve bu tepkilerin sonuçlarına göre toplumsallığın yeniden inşa edildiği bir ortam olduğunun da anlaşılması gerekiyor."

Bahsedeceği 300 yıllık dönemi bölümlere ayıran Tanyeli, birinci dönemi kamusal mekanın dinsel amaçlarla biraraya gelinen yerler ve geleneksel çarşı pazar dışında gündeme gelmeye başladığı 18. Yüzyıl olarak tanımlıyor. Bunu takip eden dönem ise tanzimat sonrasından başlayarak 90’lara kadar sürdüğünü düşündüğü “Türkiye’nin uzun 19. yüzyılı.”

Uğur Tanyeli, bahsettiği dönemleri şöyle tanımlıyor: "Birinci döneme örnek olabilecek en tipik mekan, 'kahvehaneler'. Yönetimin evcilleştirmek için çok çabaladığı ve kontrol altında tutamadığı kahvehaneleri, yasaklık ve gizlilik kavramlarına ters düşen mesire yerleri izliyor. Bir cinsin karşı cinsten olanla aynı mekanı paylaştığı, yönetici ve yönetilenin aynı anda aynı yerde olabildiği, kısacası 'öteki' ile karşılaşılan ve yerleşmiş düşünceleri altüst eden bu mekanlar, geleneksel örüntüleri tahrip etmesiyle dönüm noktası olma özelliği taşıyor. Mesire yerleriyle giderek 'sekülerleşen' kamusal mekan, toplumda bu mekana gidenlerin de normal olmadığı, her iki cinsin de kontrol atında tutulması gerektiği fikrini yarattı.


İstanbul'da Mesire Alanları
Gravür: Azizistanbul.com

Gözükmemesi gerekenin gözüktüğü, üstelik de birlikte gözüktüğü “sadabad” mekanları sorunu, tüm mesire alanlarında deneteleyici karakolların yapılmasıyla sonuçlandı. Bunun da tahmin edilebileceği gibi devrimsel etkileri olacaktı.

Kamusal mekan kavramının modernlikle aynı şey olduğunun düşünüldüğü dönemde, kamusal toplanma mekanı olarak Beyoğlu semti gündeme geldi. Bu sefer, olaylar ve arkasından gelecek tepkiler beklenmeden tüm sistem denetimleriyle beraber inşa edilmeliydi. Böylece, kısıtlamalar baştan konuldu. Ancak kamusal alanda oluşturulan kurallar, ihlalleri de beraberinde getirdi ve böylece tekinsiz alanlar oluştu, bu da kamusal mekanın tahrip edilmesiyle sonuçlandı. Bireysel alan olan ev, Türkiye’de hiçbir zaman güvensizleşebilecek bir alan olarak görülmedi. Tehlikenin kol gezdiği yer her zaman için kamusal alandı, güvende olmak isteyen evine sığınmalıydı. Bütün bu denetim ve güven çabaları, aslında tam tersine kamusal mekanın güvensizleşmesine ve tahrip edilmesine zemin hazırladı. Kamusal mekan bilinci, bu nedenle hiçbir zaman oluşamadı.

Bu durum, 90’lardan sonra biraz değişmeye başladıysa da, sonuçlarda bir değişiklik olduğu söylenemez. Günümüzün geçmiş yıllardan tek farkı, önceden tüm denetimlerin kamunun kendisi tarafından talep ediliyor ve üretiliyor olmasıydı. Şimdi ise, artık bu denetimlere razı olunmuyor."

Uğur Tanyeli, konuşmasında geçtiğimiz zamanlarda “Mimarlık, mimarlara bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” şeklinde dile getirdiği, tepki alan fikrine de yer veriyor ve kamusal mekanın, aslında tasarımcıların düşündüğü gibi mimarlıkla doğrudan bir bağlantısı olmadığını, toplumsal etkenlerle şekillendiğini, dolayısıyla bu alandaki tüm gelişme ve sonuçların da toplumsal olmasının kaçınılmaz olduğunu vurguluyor.
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.