Fotoğraf: Kadir Kır
Tehdit büyük. Söylenen şey şu: Ya böyle (yani eskisi gibi) kalırsa? Maliye Bakanı Kemal Unakıtan “devletin elindeki kuruluşları kim daha iyi yönetir” diye gazetecilere soruyor: Biz (yani devlet) mi, yoksa özel sektör mü? Cevap (koro halinde) “özel sektör.” (Bakan haklı. Devletin rakı, bira, şarap üretmesi elbette ki gerekmiyor.) Kamunun ürettiği şey bira, şarap değil, politikadır. Peki politikayı kim daha iyi üretir? Örneğin kentleri kim daha iyi yönetir? Devlet mi, özel sektör mü? Cevap: Özel sektör! O zaman kent yönetimlerine neden ihtiyacımız olsun? Diyorlar ki, “ya eskisi gibi mi kalsaydı?” (Alın size bir soru.) Karşı çıkmaya kalktığınızda bu alanın yük limanı biçiminde kullanılmasını ya da metruk bir biçimde bırakılmasını savunuyor olmalısınız. İstanbul’un cıvıl cıvıl renkleri olan kent merkezinin sahilinin bir duvar inşa edilerek yük limanı olarak kullanılması, kentlilere kapatılması yetmiyormuş gibi, olabilecek en tepeden inmeci kararla bir özel kuruluşun malı olmasına da sesinizi çıkaramayacaksınız. Böyle bir şeyi aklınız alıyor mu?
1950’lerde Ankara’da alınan bir kararla Türkiye’nin kalbinin attığı kent merkezinin sahili bir yük limanına dönüştürüldü. Bugüne kadar bu yük limanı kent ile deniz arasına geçit vermez bir duvar ördü. İstanbul en az yarım asır bu yanlışa katlanmak zorunda kaldı. Şimdi gene Ankara’da alınan bir kararla bir yarım asır daha bu bölgenin bir özel kuruluşun malı olmasına katlanması bekleniyor. Dikkat ediniz: Satılan herhangi bir yerdeki tatil köyü, marina değil. Bir sanayi tesisi de değil. Kentin merkezinin sahili. İstanbul’un limanı. Bir özel kuruluşa turistleri istediği gibi yönlendirme imtiyazı veriliyor. Yöntem belli. Kötü yönetimin eseri olan devletin borçlarını gene bir kötü yönetim örneği olan ortak kullanım alanlarımızı satarak, imtiyaz hakları tanıyarak ödeyeceğiz.
Bu yönteme “yap işlet devret” yöntemi deniyor ama büyük bir olasılıkla 50 yıl sonra devredilecek bir şey kalmayacak. Bu süre içinde (belki daha da önce) proje kullanım ömrünü çoktan tamamlamış olacak. Küçük bir hesap yapalım: Buraya günde 5-6 gemi yanaşacak. Her gemide 2000 kişi olsa, aşağı yukarı 10.000 turist eder. Bu turistlerin günde 2000-1000 Dolar bıraktığı hesaplanıyor. Diyelim en az yılda 4 milyar Dolar etsin. Bu büyüklükteki bir kaynağı yalnızca bir kuruluşa, özel bir tekele bırakırsanız, İstanbul’da turizmi geliştirmiş olamazsınız. Bir şirkete İstanbul’un turizm imkanları üzerinde bir tekel oluşturma hakkı veriliyor. Liman, havaalanı, köprü gibi ortak bir kullanım alanını, bir kamu işlevini özelleştirmek demek, imtiyaz hakkı vermek demektir. Dikkat ederseniz hizmet alımı, inşaat hatta işletme değil, kamu alanını yönetme hakkı özelleştiriliyor. Diyorlar ki kamu borçlarını kapatmak için bu gerekliydi.
Turistleri gemiden alıp, yalnızca yatırımcı bir özel kuruluşun istediği gibi yönlendirilmesi İstanbul’un ve bu bölgenin taşıdığı potansiyel fırsatları ne ölçüde değerlendirebilir? Türkiye’de kötü yönetimin eseri olan borçları imtiyaz hakkı verilerek, eldeki imkanlar böylesine dar bir perspektifle değerlendirilerek kapatılamaz. Bu tür bir borç kapatma yöntemi, uzun vadede borçlardan daha büyük bir sorun yaratır. İstanbul’un en önemli sahil şeridinin Ankara’dan yönetilmesi ne kadar yanlışsa, bir özel kuruluşun malı olması da o kadar yanlış. Peki bu kadar basit bir konuda bizi uyandırması gereken kim?
Muhalefet her zaman olduğu gibi sorunun her şeyden önce bir ‘politik tercih’ olduğunu söyleyecek. Belki (belki mi?) hükümeti suçlayacak. Küresel sermayeye kenti peşkeş çektiğini iddia edecek. Oysa artık bu noktada işin görünür öznesi kadar, hiç bir şey yapmayarak bu sonuca yol açanın da sorumlu olduğunu görmek gerekiyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi bir planlama bürosu kurdu. Ne yapmak için? İstanbul’u planlamak için. Peki bu büroda çalışan uzmanlar, üniversite temsilcileri hatta yöneticilerin iddia ettikleri gibi bu büronun çalışmalarına katılan uzmanlar, yönetimin görev verdiği plancılar ne yapıyorlar? Kendi başlarına oturmuşlar, İstanbul’u planlamaya çalışıyorlar. Onlara “İstanbul’da Salıpazarı, İstanbul’un limanı, tersaneler, Haydarpaşa… ne olacak” diye sorarsanız, hiçbir görüşleri yok. Tepebaşı’nı, kentin merkezindeki en önemli kamusal alanı büro olarak kullanma mantığını sergileyenler İstanbul’u nasıl planlayacak? Kendi bulunduğu mekanı dahi planlayamayanların perspektifi İstanbul’a nasıl yetecek? İstanbul’un bu işlevleri nasıl dönüştüreceğine dair bir politikası yok. Bu mekanların geleceği ile ilgili hiçbir şey bilinmiyor. Kentin son kamu alanları özel sektöre devrediliyor ve hiç bilgi paylaşmadan, kentin amaçları belirlenmeden oldu bittilerle hareket ediliyor. İstanbul’un kaynaklarına merkezi yönetim el koyuyor. Kent yönetiminin sesi çıkmıyor. Bu olacak şey mi? (Demek ki ilk önce Özelleştirme İdaresi gibi bir Kamulaştırma İdaresi kurulmalı, bu değişim sürecinde yeni kent deneyimleri üretmek için.) Ne tepeden inmeci kamu fikri, ne de özel kuruluşların dar perspektifi kentsel gelişmeyi sağlayamaz. Olsa olsa birbirlerini tamamlarlar. İstanbullular İstanbul üzerinde söz sahibi olmalı. İstanbul’a gelen turistler steril otelleri görmek için değil, kentin renklerini görmek için geliyorlar. İstanbul’da küçük üretimin (ki buna turizm işletmeleri de dahil) desteklenmeleri gerekli. Bölgedeki fırsatlar yalnızca büyük sermayenin kullanabileceği fırsatlar olarak kalmamalı. Örneğin Galata ve çevresi. Burada halkı dışlamayacak, bütün bölgeyi kapsayacak bir yönetim modeli oluşturulmadan yalnızca denizle ilişki mekanının düşünülmesi de çok yetersiz. Liman kentin malı olmalı. Bütün bölgeyi kapsayacak bir alan yönetimi oluşturulmadan bölgenin Ankara’da kapalı kapılar ardında projelendirilmesi ve satılması olacak şey değil.

