Ömer Madra: Bugün önce Ulusal İklim Değişikliği Strateji Belgesi'ni değerlendirelim. Ayrıca Kopenhag yolunda son toplantılar yapılıyor, bir kaç hafta kaldı resmi değişiklik için. Üçüncü olarak da ABD'de iklim yasası hakkında sağ kanadın kuvvetli lobi faaliyetleri var. Biraz da ona değinebiliriz.
Semra Cerit Mazlum: UİDSB "Türkiye Çözüme Ortak Oluyor" başlığıyla Çevre Bakanlığı'nın internet sayfasında bulunuyor.
ÖM: Nihayet yayınlanmış yani internet sayfasında?
SCM: Evet. Bunun yıllardır hazırlıkları yapılıyordu, ama Çevre Bakanlığı'nın sayfasında iklim değişikliğiyle ilgili neredeyse hiçbir bilgi bulunmuyordu, gerek genel bilgiler anlamında, gerekse Türkiye'nin bu konuda neler yaptığı hakkında. Bakılması gereken ilk kaynak Çevre Bakanlığı olduğu halde, sayfa bu konuyla ilgili düzenlenmiş özel bir sayfa bulunmuyordu. Bu yaz içinde böyle bir gelişme de oldu ve buradaki önemli belgelerden bir tanesi de sözünü ettiğimiz UİDSB. Bu belgenin içeriğine geçmeden önce belki niteliğine bakmak gerekir. Bu belgenin resmi niteliği hakkında bir ipucu yok internette yer alan dokümanın içinde. Bu belge onaylanmış resmi bir belge mi? Yani ilgili kamu kurumları tarafından uygulamaya konulmak üzere kabul edilmiş bir belge mi, yoksa bir taslak belge mi? Bir belirsizlik var bu konuda. Fakat taslak olduğu da belirtilmediğine göre belki resmileşmiş bir belge olarak kabul etmek lazım. Yani bu durumda da Türkiye'nin iklim değişikliğine ilişkin ulusal stratejisi olarak kabul etmek gerekiyor belki belgeyi. Ancak gerekli açıklama bulunmadığı için nasıl değerlendirmek gerektiği konusunda bir belirsizlik, bir karışıklık söz konusu. Karışıklığın ikinci boyutu da bu strateji belgesinin içinde yer alan bazı ifadeler. Örneğin bu strateji belgesinin "ulusal iklim değişikliği stratejik planı"yla da ilişkili olduğu belirtiliyor. Buradan şunu anlamak gerekebilir, bu belgeden başka ayriyeten bir ulusal iklim değişikliği stratejisi hazırlanacak. Bu konuda da bir açıklık yok, dolayısıyla tam olarak neyle karşı karşıya olduğumuza dair bir ipucu yok elimizde.
ÖM: "Strateji' sözcüğü de daha çok askeri bir terim olarak karşımıza çıkıyor ve daha ulusal bir yanı var galiba, yani ulusların kendi içlerinde strateji belirledikleri bir durum gibi. Oysa bahsettiğimiz şey bütün ülkeleri, bütün toplulukları aynı anda ilgilendiren tam anlamıyla küresel, yeryüzünün bir numaraları küresel sorunu. Bunu strateji kelimesiyle nasıl bağdaştırabiliyoruz?
SCM: Stratejik belge ifadesi askeri bir ifade taşıyor gibi, fakat bu bir ölçüde de son yıllardaki yönetim anlayışındaki değişikliklerle bağlantılı. Eylem planlarının ya da genel olarak ‘plan' ifadesinin yerini ‘stratejik bir yaklaşım' almış durumda. Örneğin kalkınma planları da strateji olarak hazırlanıyor artık Türkiye'de. Pek çok başka kamu politikasıyla ilgili alanlarda da strateji belgeleri hazırlanıyor. Dolayısıyla bu belgenin adının ‘strateji' olması o ilk imlediği şeyden farklı aslında; bunu Türkiye'nin iklim değişikliği alanında, ulusal düzeyde, yani kendi içerisinde yapmayı hedeflediği, gerçekleştirmeyi planladığı eylemlerle ilgili olarak genel bir çerçeve, uzun vadeli bir bakış açısını ortaya koyan bir belge olarak değerlendirmek lazım. Bu belgenin asıl önemli eksikliği, değindiğiniz gibi, uluslararası düzeyle ilişkisinde ortaya çıkıyor. Daha fazla içe dönük olarak hazırlanmış bir belge bu. Adından da anlaşıldığı gibi bir "ulusal strateji belgesi" ve başından sonuna, neredeyse her satırında, ulusal olduğunun altının kalın kalın çizilmesi bir yana, uluslararası alandaki gelişmelerle ilişkisi kurulmamış bir strateji belgesi. Bu tür belgelerde, dış çevreyle olan ilişkinin de ortaya konulması, buna göre esnek bir şekilde hazırlanması, uluslararası alanda meydana gelebilecek değişikliklere göre kendisini uyarlayabilecek bir yapıya sahip olması lazım, fakat bu strateji belgesinde maalesef böyle bir yan yok, dünyada ne olursa olsun uluslararası görüşmeler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Türkiye'nin değişmeyecek izlenimi yaratan bir pozisyonu var. Böyle bir pozisyon tanımlanıyor belgede. "Kendi özel şartları çerçevesinde kendi imkânları elverdiği ölçüde" deniyor bütün cümlelerde. Birçok başka ülke de bu türden stratejiler hazırlıyor ve bu stratejilerde, ‘bu ülke, atmosferdeki emisyon konsantrasyonunu belirli oranlarda tutmayı hedefleyen, bütün dünya ülkelerinin katıldığı, yükümlülük aldığı bir anlaşmanın kabul edilmesi durumunda, şu türden eylemler gerçekleştirilecek ya da daha düşük emisyon hedeflerinin söz konusu olduğu bir anlaşma gerçekleşirse şu türden etkinlikleri ortaya koyacak' tarzında koşullarla ilişkilendirilmiş hedefler ortaya koyarken, Türkiye'nin strateji belgesinde dış çevreyle hiç ilişki kurulmamış maalesef.
Bu belge nereye dönük olarak hazırlanmış? Ülke içindeki aktörlere, kamu kurumlarına, sanayicilere, topluma, halka dönük bir stratejik bir çerçeve mi sunuyor bu belge, yoksa dünyaya, uluslararası topluma yönelik bir belge mi? Burada bir belirsizlik var, fakat metni okuduğumuzda görülen, daha fazla içeriye dönük ama topluma yön verici bir belge olmaktan ziyade, kamu kurumlarını hedeflemiş bir belge gibi görünüyor.
ÖM: "Türkiye çözüme ortak oluyor" lafı da bence yine meseleye ulusal odaklı bakmanın da bir göstergesi olarak çıkıyor karşımıza. Peki, hedefler açısından nasıl yorumluyorsunuz?
SCM: Çok genel-geçer ifadeler var bu strateji belgesinde. Çok kabaca söyleyecek olursak, yeni bir şey yok bu metinde, yani şimdiye kadar çeşitli vesilelerle söylenmiş olan, gerek bakanların açıklamaları gerekse ulusal iklim bildiriminde ortaya konan hedef ya da amaçlar belirtiliyor. Gerek vizyonunda, gerek misyon tanımında, gerekse stratejik amaçları açısından açıkça bir kırılma kabul edebileceğimiz, yani şu ana kadarki pozisyondan bir ayrılma diye niteleyebileceğimiz yeni bir boyutu yok bu strateji belgesinin. Çok dikkat çekici biçimde, bu belgenin "ulusal" olduğunun sürekli olarak ve altı çok kalın bir şekilde çizilerek tekrarlanmış. Gerek ilkeler ortaya konurken, gerek stratejik amaçlar belirtilirken, gerek sektörel hedefler ayrıntılandırılırken, her yerde, "Türkiye'nin kendi imkânları ölçüsünde çözüme ortak olacağı" söyleniyor. Türkiye'nin çözüme ortak olacağını ortaya koymak büyük bir iddia, bu strateji belgesinin olumlu olarak görülebilecek yanı bu. Uluslararası sürece katılacağını taahhüt etmiş oluyor Türkiye böyle bir belgeyi kabul ederek. Bu şimdiye kadarkinden farklı bir duruş alış anlamına geliyor, fakat bunun nasıl olacağı, yani çözüme nasıl katılacağı konusunda belli bir kısıt konulmuş ortaya, "kendi imkânları ölçüsünde" bu çözüme katkıda bulunabilecek ancak Türkiye. "Kendi özel koşulları" sınırlamasının yanına, bir de kendi imkânları sınırlaması eklenmiş durumda. Dolayısıyla defansif pozisyon bir kere daha pekiştirilmiş oluyor bu strateji belgesiyle.
Böyle bir yenilik yapılırken, böyle bir kurumsal ilerleme adımı ortaya konulurken, belki bu kısıtlardan biraz daha sıyrılmış olarak, arındırılmış olarak bu belgenin hazırlanması gerekirdi. Fakat daha pekiştirici, perçinleyici bir tutum sergileniyor şu ana kadar ortaya konmuş olan pozisyona göre. "Nereye hitaben hazırlandı bu belge?" diye sormuştuk az önce, ona da değinmek gerekir.
ÖM: Evet, en önemli soru o.
SCM: "Bu belgenin ortaya çıkmasında motif nedir?" diye sorduğumuzda, şöyle bir gerçeklik çıkıyor karşımıza; bu büyük ölçüde uluslararası gelişmeleri izlemesinden kaynaklanıyor Türkiye'de ilgili kamu kurumlarının. Özellikle Bali Eylem Planı sonrasında, gelişmekte olan ülkelerden ziyade, başlıca gelişmekte olan ülkeler, büyük ekonomiler olarak adlandırılan ülkelerin iklim alanında yaptıkları, yapabilecekleri ve yapması gerekenler daha fazla tartışma konusu olmaya başladı. Bali'den bu yana gerçekleştirilen İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi adı altındaki bütün görüşmelerde, bu ülkelerin ulusal çabalarından övgüyle söz edildi. Çin'in, Brezilya'nın, Meksika'nın ortaya koymuş olduğu iklim stratejileri, eylem planları ya da açıklamış oldukları hedefler hep övgü aldı bu toplantılarda ve bir ölçüde de o ülkelerin hanesine olumlu bir kazanım olarak eklenmiş oldu. Dolayısıyla onlardan 2012 sonrası için hedef açıklamaları beklenirken, bu ulusal eylem planlarına referansla isteniyor bu hedefler. Bir ölçüde de onların karşısındaki gelişmiş ülkeler tarafından ortaya konulan katı yaklaşım kırılmış oldu, bir ölçüde esneklik sağlanmış oldu bu ülkelere. Türkiye bunu fark etti; uluslararası alanda kendi konumunu daha müzakere edilebilir, daha anlayışla karşılanabilir hale getirmek üzere böyle bir stratejik eylem planı ortaya koymanın gerekliliğini anlamış oldu bir ölçüde. Onun sonucu olarak ortaya çıkmış olan bir belge bu. Bilebildiğim kadarıyla uluslararası toplantılara da sunulmak üzere gerçekleştirilen bir belge.
Bu Türkiye'nin iklim değişikliği alanında tek planı değil, iklim değişikliğiyle ilgili, özellikle UNDP ile BM Kalkınma Programı'yla birlikte Çevre Bakanlığı ve öteki ilgili kurumlarla birlikte yürütülen bir kaç tane ayrı plan hazırlama, eylem geliştirme yönünde çalışmalar devam ediyor. Bu stratejik plan hazırlığından başka, ulusal eylem planı hazırlanması için de bir proje yürütülüyor şu anda. Adaptasyon konusundaki, iklim değişikliğinin etkilerine uyum konusundaki ulusal hazırlıkların belirlenmesi için de ayrı bir proje yürütülüyor. Türkiye'nin müzakerelere etkin katılım gerçekleştirebilmesi için bir yönetim kapasitesi geliştirme projesi yürütülüyor. Bu strateji belgesi de, bunlarla bağlantılı olarak daha fazla uluslararası alana yönelmiş olan bir çalışma, asıl amacı bu. Fakat kendi ortaya koyduğu hedefle, bu amaçla çelişen bir yapısı var, uluslararası alana sunmaktan daha ziyade içeriye, kamu kurumları için bir yönelti ortaya koymak üzere hazırlanmış izlenimi uyandırıyor bu belge.
ÖM: Çevre Bakanı'nın çeşitli demeçleriyle birlikte okuyacak olursak, sera gazlarının artışında bir azaltıma gidilmesinin, aslında çevre için, dünyayı korumak, kendi doğal kaynaklarını ve doğasının korunmak amacından çok, bir çeşit politik, "Türkiye'nin uluslararası alanda gücünü göstermek" şeklindeki bir anlayışa da hizmet ettiği söylenebilir.
SCM: Büyük ölçüde böyle bir amaç taşıyor. Türkiye'de iklim değişikliği konusunda bir şeylerin yapılıyor olduğunu göstermek için, fakat aynı zamanda da bunun koşulları olduğunu ortaya koymak için hazırlanmış bir belge. Türkiye'nin 2012 sonrasında üstlenebileceği olası yükümlülükleri konusunda bu planda da bazı ifadeler var. Çevre Bakanlığı'nın da yakın zamanlarda bu konuda yaptığı bir açıklama var, ikisini birleştirerek değerlendirebiliriz belki. Bu planda da, strateji belgesinde de açıkca söyleniyor; "sera gazı artışında azaltım". Bunun somut olarak bir kamu politikası haline getirilmiş olduğunu ortaya koyması bu belgenin olumlu yanı. Ayrıca, Çevre Bakanlığı'nın koordinasyonunda iklim değişikliği konusundaki Türkiye'nin iç ve dış politikasını yönlendirmek üzere çalışan son İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu'nun son toplantısında Bakan'ın yaptığı bir açıklama da ilginç; orada şunu söylüyor bakan: "2012 sonrasına dönük olarak kabul edilebilecek olası yükümlülük türü, yine artışta azaltım." Bir oran da vermiş, bu oranın nasıl hesaplandığı, nasıl belirlenmiş olduğu bilinmiyor tabii, bu strateji belgesinde de yer almıyor. 2020'ye kadar 1990'a göre artış oranları açısından bir azaltım sağlanacak ve b%11'lik bir azaltım olacak. Yani "Türkiye müzakerelerde bunu kabul edebilir" diyor Bakan. Yani 2020'ye kadar referans senaryoya göre gerçekleşeceği öngörülen emisyon artış hızını %11 oranında azaltacak. Türkiye'nin emisyonlarını toplam olarak ne kadar azaltabileceğini söylemiyor, fakat bunun çok büyük bir miktar olmayacağını tahmin etmek zor değil.
ÖM: %11'den az olacağı şüphesiz!
SCM: Çünkü şöyle bir öngörü var; 2020'ye kadar Türkiye'nin toplam sera gazı emisyonlarının 682 milyon ton olacağı, bu miktara çıkacağı hesaplanıyor, tahmin ediliyor. Bu da çok yüksek bir artış.
ÖM: Yani 10 sene içinde neredeyse?
SCM: 1990'dan 2020'ye kadar artış, bu çok büyük oranlarda bir artış demek bu. 2007'ye kadar %115'lik bir artış gerçekleşmişti, bunu daha önceki programlarda belirtmiştik. %300-400'lere çıkabilen bir artış oranı söz konusu. Dolayısıyla bu artıştan yalnızca %10 azaltmak, emisyonların aynı hızla artmaya devam edeceğini baştan kabul etmek anlamına geliyor.
ÖM: Yani her halükârda zaten dünya rekoru gibi bir durumu var, ondan pek bahsetmiyorlar, ama maalesef böyle; sera gazı emisyonları salımlarının artışında dünyadaki en yüksek artışlarından biri, belki de birincisi. Son rakam neydi?
SCM: %119'du 1992-2007 rakamları. Yine 1990'la karşılaştıracak olursak, 170 milyon ton'dan 2020'de 682 milyon tona çıkıyor. Neredeyse 4 katından fazla bir artış anlamına geliyor bu süre içerisinde. Emisyonların toplam miktarından değil, yalnızca artış hızından %11'lik bir azaltımı yükümlenmeyi kabullenmek, aslında "Türkiye çözüme ortak oluyor" gibi çok iddialı bir açılımın arkasının çok da dolu olmadığını gösteriyor bize. Özellikle diğer Ek1 ülkelerinin şu ana kadar yapmış oldukları emisyon hedeflerine dönük açıklamalarını dikkate aldığımızda, Türkiye'ninki onlarla karşılaştırılamayacak oranda düşük kalıyor. Bir de en az %40 oranında azaltma gerçekleştirilmesi gerektiğini düşündüğümüzde, çözüme ortak olma konusunda Türkiye'nin çok da istekli olmadığını bir kere daha ortaya koymuş olduğunu görüyoruz bu strateji belgesiyle.
ÖM: Çok düşündürücü tabii, bu 682 milyon ton'a nasıl, nereden varılıyor, kim hesaplıyor bunu?
SCM: Türkiye'nin 2006 yılında iklim sekreteryasına gönderilen ilk ulusal bildirimde bunu ortaya koyduğu söyleniyor. Fakat orada 604 milyondu, bakanın açıklaması, oysa 682 milyon ton deniyor şimdi. İki rakam arasında farklılık var. Sonradan düzeltilmiş rakamlar olabilir, Enerji Bakanlığı'nın projeksiyonu olduğunu söylüyor Bakan bu rakamın. Bu artıştan %11'lik azalmanın nasıl gerçekleştirilebileceğini söylerken de aslında dikkat çekici başka bir şey daha var; Bakan, Türkiye'nin, enerji verimliliği alanlarındaki iyileştirmeler ve nükleer enerjinin de enerji üretimine katılmasıyla ve yenilenebilir enerji yatırımlarıyla ancak %11'lik artışta azalıma ulaşabileceğini söylüyor.
ÖM: Eğer bu 682 milyon ton'luk karbondioksit ve diğer sera gazları salımları 2020'de gerçek olursa, Türkiye'nin nüfusunu da 75 milyon kabul edelim o zaman için -belki o kadar da olmayacak nüfus- kişi başına 9 ton'u aşmış oluyor 10 yıl içinde.
SCM: Dünya ortalamasını geçmiş olacak, gelişmiş ülkeler ortalamasını da yakalamış olacak Türkiye o durumda.
ÖM: Avrupa'nın şimdiki seviyesi olacak.
SCM: Aslında hem bu strateji belgesinde, hem de genel olarak iklim politikasının bildiğimiz öteki kaynakları çerçevesinde söylenmeyen, örtük olarak varolduğunu bildiğimiz şey bu. Türkiye'nin diğer göstergeler açısından gelişmiş ülkeler düzeyine gelmesi, iklim ve emisyonlar konusunda da aynı düzeye gelmesini gerektirir gibi örtük bir varsayıma dayanıyor bu. Bu strateji belgesi de, Bakan'ın açıklamaları da aslında bunu doğruluyor, olumluyor diye görebiliriz.
ÖM: Kopenhag'a giden yolun son basamaklarındayız artık. O konuda da bizi biraz bilgilendirir misiniz lütfen?
SCM: Üçüncü duraktaydı müzakereler Ağustos ayı başında. 2009 yılı müzakere takvimi içerisinde öngörülen toplantılardan 3.'sü yine Bonn'da yapıldı Almanya'da. Önümüzde 2 tane daha bu türden toplantı var ve ardında Kopenhag geliyor. Bu iki toplantıdan birisi Bangkok'ta yapılacak, öteki de Barselona'da gerçekleştirilecek. Bu iki toplantı da yalnızca müzakere etmek üzere oluşturulmuş olan iki yardımcı organın toplanması çerçevesinde gerçekleşecek.
Bonn toplantıları maalesef takvim yaklaşırken ya da son tarih yaklaşırken iyimserlik yerine kötümserliğin hakim olduğu bir havada geçti. Uluslararası iklim politikası içinde çok iyimser tavırlarıyla bilinen insanların bile artık beklenti düzeylerinin çok düşürmelerine neden oldu. Yani kaygı düzeyi giderek artıyor bu süreçten bir sonuç çıkmayacağı konusunda.
Bonn'da heyetler, genel olarak hedefler konusunda, anlaşmanın yapısı konusunda müzakere etmekten ziyade, prosedürel, süreçle ilgili, düzenlemelerle ilgili tartışmalar yapmayı yeğlediler yine. Fakat çıkmaza, yokuşa sürmek konusunda da ne kadar istekli olduklarını bir kere daha ortaya koymuş oldular. Kopenhag'da bir ek protokol ya da yeni bir anlaşma metni yapısı, hukuki statüsü şu anda hâlâ belirsiz. Böyle bir belgeyle sonuçlanması gereken taslak metin şu anda 200 sayfaya ulaşmış durumda. Şu aşamadayken artık bunun yönetilebilir bir düzeyde olması lazım, yani sayfa sınırı açısından en fazla belki 50 sayfa olması lazım. Fakat giderek büyüyor bu metin, çünkü ülkeler sürekli yeni ifadeler eklemeye çalışıyorlar, kendi söylediklerinin orada adları belirtilerek yer almasını istiyorlar. Hangi ülkenin ne dediğinin daha sonra da bilinmesi için bir faydası var bunun. Fakat 2000'den fazla parantez içinde ifade var bu metinde.
ÖM: Öyle mi? Bu Kopenhag'da görüşülecek olan metinde mi?
SCM: Evet, Kopenhag'a kadar daraltılması, anlaşmaya benzeyebilir olması umulan şu andaki taslak metin içerisinde ortaya koyulan sayılar öyle. Bu tırnak içindeki ifadeler, hâlâ üzerinde anlaşılamamış, ülkelerin rezervlerini saklı tuttukları ya da değiştirmeyi öngördükleri ifadeler. Kimileri birbirine çok benziyor, çok ufak ayrımlar var aralarında, fakat yine de onların bir noktada birleşebilmesi için çok büyük bir çabanın sarf edilmesi lazım. Tabii çok uzun zamanların kullanılabilecek olması lazım böyle bir yakınsamanın gerçekleşebilmesi için ülkelerin pozisyonları arasında. Fakat bu yakınsamanın gerçekleşmesi pek olası görünmüyor, metinde yer alan bu parantez içindeki ifadeler arasında ayrışma daha fazla, uyumsuzluklar, uyuşmazlıklar daha fazla. Sözleşmenin sekreteri umutsuzluğunu açıkça ortaya koydu; "Böyle giderse Kopenhag'da bir anlaşmayı ortaya koyamayız" dedi. Bir çok ülkenin heyetleri de bunu belirtiyor. Çatışma noktaları da keskinleşmeye başladı; örneğin bazı ülkeler, Hindistan başta olmak üzere, Obama'nın önderliğinde yürütülen Büyük Ekonomiler Forumu gibi, bu platformlarda ortaya çıkan kararların sözleşme altında yürüyen bu müzakerelerle birleştirilmemesi gerektiğini söylüyor. Yani "orada verilen orada verilmiş sözlerdir, biz burada ayrıca başka bir platformda müzakere ediyoruz" diyorlar. O da tabii müzakere platformu dışındaki bütün öteki çabaları birden işlevsiz kılıyor. Örneğin Eylül ayında yine Amerika'da New York'ta toplanacak G20, başlıca ekonomiler toplantısında belki Türkiye de olacak bu sefer. Özellikle hem mitigasyon, hem adaptasyon konusundaki finansman konusu ele alınacak. Bir anlamda anlamsız hale gelmiş oluyor bu türden çabalar bu görüşlerle.
ÖM: Bu söylediğiniz de bizi son konuşacağımız konuya getiriyor. ABD'deki Enerji Güvenliği Yasası 1400 sayfaya çıktı. Akıl almaz bir durum ve işin içinden çıkılmaz bir metin haline geldi, tıpkı bu Kopenhag'da tartışılacak metinde olduğu gibi. Kanunda her özel sektörün, kömürcülerin, petrolcülerin, otomotivcilerin vs. ayrı ayrı özel durumu metne konularak 1400 sayfalık, istisnaların artık akıl almaz boyutlar aldığı bir metne dönüştü. Bir de Amerika'daki iklim yasası sözümona demokratik platformlarda tartışılıyor.
SCM: Evet bu çok ilginç bir gelişme aslında. Amerika'da iklim politikasının ulusal düzeyde belirlenmesi konusunda lobiciler karşı atağa geçmiş durumdalar. İklim değişikliği konusunda "çözüm bulunması"' konusundaki girişimler taban hareketleri şeklinde gelişiyordu. Hansen başta olmak üzere bir çok önemli isim çarenin bu olduğunu söylüyordu, halkın tabanda hareketlenerek hükümetleri harekete geçirmesi gerektiğini söylüyorlardı. Petrol ve kömür lobileri Amerika'da bu stratejiyi benimsemiş görünüyorlar, yani halkın demokratik silahını bir ölçüde elinden almış oluyorlar. Hükümetleri etkilemek üzere kullanabilecek tek araç kamuoyu baskısı, halkın demokratik taleplerini iletebileceği demokratik kanallar, lobiciler tarafından ele geçirilmiş gibi görünüyor Amerika'da. Sağlık yasasında olduğu gibi, iklim konusunda da tabandan başlayarak senatörleri etkileme ve hükümeti yönlendirme çabasına girişmiş görünüyor petrol ve kömür çıkarları. Çok ilginç, sembolik de bir seçim söz konusu tabana yayma çabaları çerçevesinde. Amerikan demokrasisinin özünü oluşturan kent meclis toplantılarına, aslında yerel düzeyde demokrasinin somutlaştığı platformlara benzer bir şekilde, halkın kendi kendisini yönetmesinin aracı olan, mekanizması olan sisteme benzer bir şekilde, lobicilerin sağladığı finans kaynaklarıyla kent meclisi toplantıları düzenleyerek, senatonun önüne bu sonbaharda gelmesi beklenen yasaya karşı halkın harekete geçmesini sağlamaya çalışıyorlar, buna muhalefet etmesini sağlamaya çalışıyorlar.
ÖM: Tam Orwellyen bir durum aslında, inanılmaz bir şey ama bunun için para veriyorlar, bir takım sözümona ‘aktivistler'in iklim değişikliğiyle mücadele yasasını baltalamaya çalıştığını görüyoruz. New York Times da yazmıştı geçenlerde ayrıntılı olarak "lobilerden para alıyorlar ve destek alıyorlar" diye.
SCM: Binlerce lobi şirketi çalışıyor bu konuda, en son 460 tane yeni lobi şirketi bu işe girmiş iklim yasasına muhalefet etmek için. Çok ilginç yöntemler kullanılmaya başlandı, kent meclisi toplantılarına, iklim muhalifi toplantılarına katılımcı sağlayabilmek için, otobüslerle büyük şirketlerin çalışanlarını o toplantılara taşıyorlarmış.
ÖM: Maşallah!
SCM: Orada kalabalık oluşturmak, ‘muhalif' ve bu yasadan korkan, kaygılanan halk kitlesi görünümü oluşturabilmek için üretilmiş bir demos var burada, arkadan petrolcülerin ve kömürcülerin parasıyla mobilize edilmiş, bir yerden bir yere götürülmüş güçler olarak kullanılıyorlar. 20 eyalette yapılması düşünülüyormuş bu toplantıların, belki heryere aynı kişileri götürecekler, belki yerel çalışanlar gidecekler.
ÖM: Korku faktörünü de kullanıyorlar.
SCM: Enerji tüketimiyle ilgili vergiler artacak, ek maliyetler gelecek korkusuyla halkın kendi çıkarlarını savundukları izlenimi yaratarak, aslında büyük çıkarların savunucusu haline getirmeye çalışıyorlar bu halk kitlelerini.
ÖM: Evet bunu da çok iyi biliyoruz!
SCM: Bu düşünülmesi, tartışılması gereken bir konu aslında. Büyük sermayenin uluslararası mücadeleyi engelleme konusunda yapabileceklerinin sınırları artık nerelere kadar gidebiliyor.
ÖM: Evet, sınır tanımayan lobicilik! Bunun üzerinde daha çok durma fırsatımız var, öbür taraftan da gerçek anlamda aktivistler de mücadelelerini sürdürüyorlar. Onların üzerinde de konuşma fırsatı bulacağız.