
Bienal, dört Hırvat kadın küratörünün de (WHW) tam anlamıyla belirttiği gibi çok "sağlam" bir temele oturuyor. Bienal, ısrarla Brecht'in söylemlerine ve marksist bir sergiye davet ediyor bizi.
Tüketim tolumunun, emperyalzmin bu kadar eleştirildiği bir ortamda sanat yapılıyor. Sanat artık politikadan besleniyoır çünkü. Marcel Duchamp'ın 1. Dünya Savaşı'ndan sonra, pisuvarını "yerleştirmesiyle" ve ardından "Her şey daha önceden yapıldı. (Everything has been done before)" diyerek modernizmin sonunu getirmesiyle, post-modern toplum politik söylemlerden ilham almaya başladı. Herşeyi tükettik, sanatı da tükettik...
Sosyalist ideolojiyi bu kadar savunan ve doğal olarak da aslında sanatın halka açık olmasını savunan bir oluşum, ardından sponsorları, kapitali ve kaçınılmaz olarak "yüksek sanatı ve yüksek toplumu" getiriyor. Yüksek topuklar, kırmızı rujlar ve Savignon blanc.* O chérie!**
Avant-garde toplumda sanat, "salonlar"da sergilenirdi. Sanat, tabiri caizse, alçalmazdı, halka inmezdi. Bu ironi bugün bienalde de yerini alıyor. Şehir mekanı da işte bu yüzden çok önemli. "Beyaz Küpler"in içinde sergilemeye karşı, şehrin alternatif mekanlarını tercih eden bienal, içinde her ne kadar karşıtlıklar yaşasa da, önerdiği mekanlar açısından da birşeylerin karşısında durmayı hedefliyor.
Politika, sanat, sosyalist söylemler ve bütün bunların yansıtılacağı mekan: şehir. Bütün bu siyasi söylemler ve eleştiriler arasında kalıcak daha iyi bir şehir olamazdı sanırım. İstanbul: İki arada...
11.Uluslararası İstanbul Bienali, bu sene "İnsan Neyle Yaşar?" teması altında yapılıyor. Bienal bu başlığı Bertolt Brecht'in 1928 yılında Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası olan "İnsan Neyle Yaşar?" adlı şarkıdan alıyor. Kavramsal çerçevesi, Brecht'e yeniden keşfedilmesi ve yeni kuşaklara gösterilmesi gereken bir klasik olarak bakmayı değil, geçmişin saklı kalmış tarafları üzerine bugün artık düşünmeye başlamayı ve sanatın, toplumsal olana müdahale ve estetik jest arasındaki eski ilişkilerin gözden geçirilmesi ve yeni ilişkiler kurulması açısından nasıl olasılıklar barındırdığını araştırmayı öneriyor.
Bienalin bu seneki sergi mekanları, Antrepo No.3, Feriköy Rum Okulu ve Tophane'deki Tütün Deposu.
Bienalin şehir içindeki mekanları hakkında, mümkün olduğunca kültür ve endüstri yapılarını sergi mekanı olarak kullanmayı istediklerini belirten Zagrep'li grup WHW, bienalin kentin kültürünü yansıtan yapılarda yapılması gerektiğini belirtti. Ayrıca yaptıkları basın toplantısında, İstanbul'da bienal için alternatif olarak beş farklı mekanı daha kullanmak istediklerini belirttiler. Öngörülen diğer mekanlar, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Eski İstanbul Amerikan Konsolosluğu, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, Haydarpaşa Garı ve Park Otel. İstanbul için yine kültürel, tarihi açıdan ve hatta güncel hayatımızı işgal eden yapılar bunlar...
Bienalde ayrıca mekanlar ve içlerine yerleştirilen eserler arasında bir bağlantı kurmak da mümkün.
Antrepo No.3
Fotoğraflar: Dilek Öztürk
Salıpazarı rıhtımında bulunan 3 numaralı antrepo eskiden deniz yolula getirilip gümrüğü ödeninceye kadar bekletilen malların saklandığı depo olarak kullanılıyordu.
Mekan, kaçınılmaz bir şekilde İstanbul'un kentsel-jeopolitik konumundan etkileniyor. İstanbul'un yoğunlaşmış bir bölgesinde ve aynı zamanda da deniz kenarında olması, yani bir anlamda denizden "dışarıya açık, dış dünyaya açılan" bir mekan olması, bugün "güncel sanat sergileme mekanı" olmasına atıfta bulunuyor sanki... Denizden kentin silüeti her zaman bir "vitrin"dir. Kentin vitrininde, içine kapalı endüstri yapılarının, bienal mekanı olarak kullanılması da İstanbul'a son yıllarda "yakıştırılan" terimlere de uymuyor değil... Aslında antrepo, sanatçıların bugünün metropol hayatını ifade etmeleri açısından da uygun bir mekan.
11. Uluslararası İstanbul Bienali'nde antrepo mekanı, İstanbul'un labirentimsi yapısını yansıtması için bir kentsel labirent olarak tasarlandı.
Kentsel dönüşüm, küresel iletişim, jeopolitik çatışmalar, kültürel hafıza, etnik ve dini farklılıklar, kentsel başkaldırı, toplumun ikili yapısı, aklın ve bedenin sınırları ve hatta, aşk. Şehrin bu gerçekleriyle beslenen mekan, farklı ortamlarda hazırlanan işlerle, sokak hayatını yansıtır gibi, yerlere atılmış kağıtlar ve farklı yönlere açılan sürpriz mekanlarıyla şehri yansıtmaya çalışıyor.
Feriköy Rum Okulu
Öğrencisi olmadığı için 2003 yılından bu yana hizmet vermeyen Feriköy Rum Okulu bu Bienal aracılığıyla ilk kez bir sanat mekanı olarak kullanılıyor.
Feriköy Rum Okulu belki de bienalin en ilginç mekanı. Yıllardır kullanılmayan, üzerinde hala isimler yazılı tahtaları, yangın kovaları ve duvarlarında asılı Türk ve Rum liderlerinin portreleriyle, hazin bir mekan.
Mekanın ortak bir yaşanmışlığı var. İçeri girince orasının başka bir yer olduğunu hatırlatan tarihini hissedebiliyorsunuz. Mekanın değişime uğramasıyla olayların ve zamanın katmanlanması çok ilginç.
Burada bulunan işler de mekanla sıkı ilişki içerisinde... Bazen mekan yapılacak sanat işini etkiler. O mekana en uygun ya da atıfta buluncak eser ortaya çıkar. Bu bienalde Feriköy Rum Okulu'nda konuşlanan yerleştirme, fotoğraf, video işlerinin neredeyse tamamı, mekanın tarihi, İstanbul'da yaşayan farklı etnik toplulukların etkileri ve hatta eski Feriköy semti, yani mekanın politik ve kültürel kimliği ile örtüşüyor. Eserler Türkiye'den değil ama, özellikle bu mekanla sanki aynı kaderi paylaşan, eski Balkan devletleri ve bu toplumları etkileyen olaylar ve akımlar yansıtılmış..
Sovyet Sosyalist Devletleri'nin 80'li yıllardaki havası, kürk şapkaları, sokakta çalışan güzel Balkan kadınları, sıkışık otobüsleri, soğuk şehirleri, insan bedenleri... Siyasi yönden çok hareketli bir coğrafyada yaşıyoruz. Sınırlar, siyasi rejimler son yüzyılda değişip durdu. İnsan bedeni de bu değişime ayak uydurdu. Mekanlar, şehirler ve kaçınılmaz olarak mimari de bu değişimlerden nasibini aldı. İnsanla yaşayan, insanın eliyle yaptığı etkilerden şekillenen mimarlık kavramının toplumsal bir metafor halini alması büyük bir sürpriz değil... Bazı fotoğraf ve video çalışmaları da bu "yapı, düzen, beden" üçlemesinden besleniyor.
Bu konuyla ilgili bir enstalasyon segileyen sanatçı Vlatka Horvat bir beyanında şöyle diyor: "Ben de çok karmaşık bir tarihi olan bir yerden geliyorum. O zamanlar Yugoslavya olan ülkede doğdum, sonra Hırvatistan oldu. Sınırların yeniden çizilmesi, yeni düzene uyum sağlama, kimliklerin yeniden tanımlanması deneyimlerini yaşadık. 'Beden'i temel bir şey, bana en yakın şey olduğu için kullanıyorum ama elbette onunla çalışma biçimim, onun çeşitlemelerini sunma biçimim kesinlikle farklı sistemlere uyarlanabilir, siyasi yapılara, sosyal yapılara, yeniden çizme, yeniden işleme sokma yollarına, bu süreçte şiddet kullanılmasına. Beden hem olduğu gibi var oluyor işlerimde hem de tarih boyunca kültürlerimiz içinde deneyimlediklerimizin yankılarıyla..."
Mekanın fonksiyonu ise eğitim amaçlı. Bu durum, tabi ki mekana sınırlamalar getirmiş, kullanımı kısıtlamış. Herşeyden önce okulda, sınıflar ve koridorlar var. Talimatnameler asılı, size neyi nasıl yapmanız gerektiğini söyleyen tabelalar var her yerde. Sonuçta, bienalin kullandığı bu mekanda eğitim-öğretim yapılıyordu. İşler bundan soyutlandı ya da tam aksine tam da bu sınırlandırmaya ayak uydurdular.
Sınıflarda bir çok pencere var. Pencerelerin bir kısmı dışarıya bakıyor, bir kısmı da boyanmış. Bir kısmı da Protestan Mezarlığı'na bakıyor. Sanki aynı yerde bir geçmişler ve tarihler karması var.
Feriköy Rum Okulu da burada bulunan sanat çalışmaları gibi, parçalanmış, yeniden birleştirilmiş ve tekrar düzenlenmiş...
Tütün Deposu
İstanbul Tophane'de uzun yıllar tütün deposu olarak kullanılan üç katlı ahşap bina, yapılan tadilatla yeniden düzenlenerek güncel sanat galerisine dönüştürüldü ve kullanıma açıldı. Kuruluş gerekçesini, "Türkiye, Kafkaslar ve Balkan ülkeleri ile kültürel ve sanatsal iletişim ve etkileşimin yaygınlaştırılması" olarak tanımlıyor Tütün Deposu yetkilileri.
Bu anlamda mekanda belli ararlıklarla güncel sanatı destekleyen sergiler ve etkinlikler düzenleniyor.
Tütün Deposu Tophane'de Lüleci Hendek Caddesi Koltukçular Çıkmazı'nda bulunuyor. Sanki eski depo, binalar, esnaf, kahve ve seyyar satıcıları ile mahalle havasında olan bölgenin tam ortasında kalıyor. Yapının içi de eski fonksiyonuna göre geniş kullanım alanları sunmuyor. Mekanda daha çok kolaj, poster ve fotoğraf çalışmaları duvarlarda yerini almış.
Sergilenen işlerin nerede sergilendiği en az işler kadar önemli. 11. Uluslararası İstanbul Bienali'ndeki üç sergi mekanı da bulunduğu bölge ve yapıların özellikleri açısından İstanbul'un tarihi ve kültürel benliğini yansıtıyor. Kullanılmayan ve kullanılmadığı için köhnemeye bırakılan yapılar, yenilenerek şehir hayatının bir parçası oldu. Fakat, bu bienal için önerilen diğer mekanlar da bir o kadar önemli. Osmanlı Bankası Arşiv Merkezi halkın giremeyeceği bir yer olmaktan çıkıp güncel sanata açılabilirdi. Aynı şekilde Haydarpaşa Garı da, önemli bir ulaşım noktası olarak sergileme mekanı olarak kullanılabilirdi. Fakat belki de öneri mekanların içinde en dikkat çekeni de Park Otel. Yıllardır Gümüşsuyu'nda inşa halinde bulunan yapı ya da beton sinsilesi içinde ve çevresinde sergileme yapılsaydı, bu siyasi açıdan radikal söylem halinde olan bienal teması için çok kalıcı ve ironik bir durum yaratabilirdi.
*Fransa'nın Bordeaux Bölgesi'nde yetişen üzümlerden yapılan oldukça değerli bir beyaz şarap türü.
** O hayatım!