Haberler

Neden Mimar Olmadım?

Tarih: 19 Kasım 2009 Kaynak: Abitare Yazan: Orhan Pamuk Çeviren: Betül Tuncer

Çizim: David Levine

Doksan beş yıllık eski binanın önünde dehşete kapılırdım: O döneme ait diğer binalar gibi boyanmamış ve yer yer sıvası dökülmüş, karanlık ve kirli yüzeyi, korkunç bir deri hastalığı havasını yansıtıyordu. Yaşlanmanın, ilgisizliğin işaretleri ve bitkinlik beni etkiledi. Ancak daha sonra frizleri, espirili ağaçları, yaprakları ve asimetrik Art Deco tasarımını farkettim ve hasta görünümünü unuttum; çünkü binanın zamanında yaşadığı kolay ve mutlu hayatı düşünmeye başladım. Yağmur oluğunda, kaplamasında, frizlerinde çatlaklar ve delikler gördüm. Zemin kattaki dükkan dahil diğer katları gözden geçirirken, yüz yıl önce inşa edilmiş diğer binalar gibi bunun da, dört katlı olarak inşa edilmiş son iki katın ise yirmi yıl önce eklendiğini farkettim.

Friz yoktu, pencerelerin üzerinde kalın yalı baskısı ya da cephede narin el işi de yoktu. Bazen bu kat yükseklikleri alttakilerle bile aynı olmaz hatta pencereler bile aynı hizzada olmaz. Bu katların çoğu acele ile, kısıtlı bütçelerle, yasadaki boşluklar ve rüşvetçi valilerin göz yumması sayesinde yapılmış. Muhtemelen ilk yapıldıklarında, yüz yıllık binanın yanında temiz ve modern görünüyorlardı. Yirmi yıl sonra içleri alt kattakilerden daha yaşlı ve köhne görünüyor.

Istanbul'un simgesi olan cumbalı binalara baktığımda bir saksıya ya da aralıktan dışarı bakan bir çocuğa takılır gözüm. Zihnim otomatik olarak bu binanın 80 metre kare üzerine oturduğunu hesapladı, ne kadar kullanılır alan olduğunu çıkarttı ve ihtiyaçlarımı karşılayıp karşılayamayacağını anlamaya çalıştı.

Eve dönüştürecek bir bina aramıyordum. Iki bin yıl önce Rumlar'ın, Ermeniler'in onlardan da önce, Cenevizliler'in yaşadığı Galata, Beyoğlu ve Cihangir'i araştırmaya başladım. Bu eve bir kitap ve müze için ihtiyacım vardı.

Ben binaya bakarken, arkamdan manav çıktı ve bana binanın durumu, yaşı, sahibi ile ilgili bilgiler verdi. "İçeri girmem mümkün olur mu?" diye sordum, içerisinde yaşayanların iznini almadan yabancı bir eve girmekten çekinerek.

"Gir kardeşim içeri gir, çekinme!" dedi bilmiş manav. Sıcak bir yaz günü olmasına rağmen giriş holü ferah ve serindi (artık böyle yüksek tavanlı binaları en zengin bölgelerde bile yapmıyorlar) eski püskü sokakta bağrışan çocukların sesini ya da karşı dükkandan gelen plastik ve makina sesini duymuyordum ve sadece birkaç adım öteden gelen bu sesler bana, bölgedeki bu evlerin hepsinin başka bir hayat tarzı düşünülerek yapıldığını düşündürttü. Ikinci kata çıktım, sonra üçüncü kata ve arkama meraklı manavı da alarak istediğim kapıyı açıp girdim. Burada yaşayan insanlar aynı ailenin üyeleri değildi ama Anadolu'nun belli bir köyünden gelmişlerdi ve kapılarını kilitlemiyorlardı. Bu dairelerde gezerken gördüğüm herşeyi sessiz film çeken bir kameranın açgözlülüğü ile kaydettim.

Giriş holüne çıkan bir dairenin dışında, duvara dayanmış bir yatakta uyuklayan bir kadın gördüm. O, uykusundan uyanıp bana daha yakından bakamadan yandaki odaya geçmiştim (koridor yoktu). Bu odada beş ile sekiz yaşları arasında, renkli televizyon karşısında ufak bir divana sıkışmış dört çocuk gördüm. Hiçbiri kafasını kaldırıp da bana bakmadı; çıplak ayaklarının ufak parmakları yüksek divanın kenarından sarkıyor ve izledikleri maceranın ritmine ayak uyduruyordu. Gün ortası ateşi kadar sessiz olan bu kalabalık evde yan odaya geçtiğimde bana adımı, sınıfımı ve numaramı söylemem gereken eski günleri hatırlatan bir kadınla tanıştım: "Kimsin" diye sordu elinde dev bir çaydanlık tutarak homurdanan anne. Manav durumu anlatırken, kadının içinde bulunduğu mutfağa ulaşmanın tek yolunun iç çamaşırı ile dinlenen bir adamın bulunduğu odadan geçmek olduğunu farkettim. Böylece, bu düzenin bu bina için geliştirilen orjinal plan olmadığın anladım. Bir zamanlar bu katın neye benzediğini hayal etmeye çalıştım. Iç çamaşırlı adamın bulunduğu odanın duvarından da (manav hariç) gördüğüm tüm odaların duvarlarından olduğu gibi boya, sıva ve hatta ciddi utanç pul pul dökülüyordu


Komuşuların ve azimli rehberim olan manavın artık komisyonla çalışan bir emlakçının çabalarına dönüşen yardımları sayesinde önümdeki bir ayı Tunceli'den gelen Kürtler'in yaşadığı bölgeyi ve Rumlar'ın yaşadığı Galata'da yüzlerce ev gezerek geçirdim. Tüm kadınlar ve çocuklar hafif kambur, gelip geçenleri izliyordu; ara sokaklardaki evlerde canı sıkılan kadınlar balkondan sarkarak "Bizim evimize de baksın" diye sesleniyordu; yarı çökmüş mutfaklar, rastgele ikiye bölünmüş eski oturma odaları, basamakları eskimiş merdivenler, halıların altına gizlenmiş kırık ahşap döşemeli odalar, depolar, restoranlar, şimdi avize dükkanı olarak kullanılan duvar ve tavanları sıvanmış eski lüks apartmanlar, sahibi olmadan çürüyen eski boş binalar, bir sürü çocuğun tıkıştığı odalar, nem ve küf kokan hoş zemin katları, odun depolanmış bodrum katları, rıhtları birbirini tutmayan merdivenler, akan tavanlar, çalışmayan asansörler, çalışmayan elektrik lambaları, duvardaki çatlaktan beni izleyen başı örtülü kadınlar, bahçede oynayan çocuklar, balkona asılmış çamaşırlar, "Çöp Dökmek Yasaktır" yazan duvarlar, odada olan diğer herşeyi cüce bırakan devasa dolaplar gördüm.

Bu kadar çok evi peş peşe gezmeseydim, insanların evlerinde yaptıkları şu iki esas şeyi farkedemezdim: (I) bir sandalye, divan, koltuk veya yatağa uzanıp uyuklamak, (II) bütün gün televizyon seyretmek. Çoğu zaman ikisini de aynı anda bir çay ve sigara eşliğinde de yapılıyor. Ev değerlerinin aynı olduğu bölgelerde merdivenlere ayrılan alan çok fazlaydı ve bu yaklaşımdan uzaklaşan ev görmedim. Merdivenlerin ne kadar yer kapladığını ve ancak beş, altı metre cephe uzunluğu ve arkada oda olmadığını görünce cepheleri, binaları ve şehir sokaklarını unutup, yüzbinlerce merdiveni hayal ettim ve İstanbul'un bölünmüş servetini gizli merdiven ormanı olarak gördüm.

Gezilerim sonucunda beni en çok etkileyen, yüz yıl önce Rum ve Levanten mimar ve müteahhitler tarafından yapılan ve hayal edilenden çok daha farklı şekillerde kullanılan bu binaların cephelerinin aksine ufak ve alçak gönüllü olmasıydı. Mimarlık okuduğum yıllarda öğrendiğim bir şey var: Binalar mimarlarının ve sahiplerinin hayallerinin biçmini alır. Rumlar, Ermeniler ve Levantenler hayal ettikleri bu binaları terk etmek zorunda bırakıldıklarından beri bir sonraki sahiplerinin hayallerini yansıtmaya başladılar. Burada, şehre belli bir görünüş kazandırmak için bu bina ve sokakları biçimlendiren aktif bir hayal gücünden bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey, buralara çok uzaklardan gelip, zaten biçimi belirlenmiş ev ve sokaklara hayallerini uyarlayan insanların pasif hayal güçlerinden bahsediyorum.

Bu tür bir hayal gücünü, karanlık bir odada gecenin bir yarısı duvardaki gölgelerden hayaller kuran bir çocuğun hayal gücüne benzetebilirim. Eğer yabancı ve korkutucu bir odada uyuyorsa, tanıdık birşeyler hayal ederek buna dayanabilir. Eğer temiz ve iyi bildiği bir odada uyuyorsa, kendine gölgeleri efsanelerde yaşayan korkunç yaratıklardan bir dünya kurar. Her iki durumda da, çocuğun hayal gücü bulunduğu yerdeki parçalı ve rastgele malzeme ile çalışır. Sorgulanan hayal gücü, boş bir kağıt üzerinde yeni dünyalar yaratanın değil, zaten yaratılmış bir dünyaya uymaya çalışanın hizmetinde. Istanbul'un tanıklık ettiği göç dalgaları, endüstrilerin bir bölgeden başka birine kayması, yeni bir Türk burjuvazisinin oluşumu, batılılaşma rüyası bazı insanları bu binaları ve köhne odaları terketmelerini ve başka yerlerden başkaları ile değişmelerini kışkırttı. Bu evlerdeki duvarları yapanlar, merdiven boşluklarını ve cumbaları murfağa dönüştürenler, giriş hollerini depo veya bekleme odalarına dönüştürenler, en beklenmedik yerlere bir yatak ya da dolap koyarak yaşama alanı yaratanlar, yeni tuğla duvar örenler, pencere açanlar veya yeni kapılar ekleyenler ya da duvarlara delik açalar, bu binalardaki tüm sobaları kuranlar ve borularını bir yılan misali tüm duvarlarda ve tavanlarda gezdirenler, tüm bunları bir ev yaratmak için ölçü alan tüm insanlar, bu evleri yüz yıl önce yaratan mimarların niyetlerine tamamen yabancılardı.

Boş kağıtlardan bahsetmem bir tesadüf değil. İstanbul Teknik Üniversitesi'nde üç sene boyunca mimarlık okudum ancak mezun olmadım. Şimdi düşünüyorum da sanırım nedeni boş kağıtlar üzerine çizdiğim fiyakalı modernist hayallerdi. O zamanlarda tek bildiğim, yıllarca hayalini kurduğum bir mimar ya da ressam olmak istemediğimdi. Beni korkutan, başımı döndüren ve heycanlandıran büyük boş mimari çizim kağıtlarını terkettim; onun yerine beni aynı şekilde korkutup heycanlandıran yazı kağıdına baktım. Yirmi beş yıldır oradayım hala. Bir kitap şekillendiği zaman kafamda, herşeyin en başında olduğuma inanıyorum. Tıpkı bir mimarlık öğrencisiyken binalar hayal ettiğimde olduğu gibi, dünyanın benim fikirlerime uyacağına inanıyorum. Tek fark, o hayallerin yazımı yirmibeş yıldır bilgilendirmesidir.

O zaman, yirmi beş yıldır çok kez duyduğum ve kendime de zaman zaman sorduğum soruya gelelim: Neden mimar olmadım? Cevap: Çünkü, hayallerimi dökeceğim kağıtların boş olduğuna inanıyordum. Ancak yirmi beş yılllık yazarlıktan sonra o kağıtların hiç de boş olmadığını anladım.

Şimdi çok iyi biliyorum ki masama oturduğumda, gelenek, kurallara ve tarihe boyun eğmeyi kesinlikle reddedenlerle, tesadüf, düzensizlik karanlık, korku ve kirden doğanlar, geçmiş ve onun hayaletleri ve bürokrasi ile dilimizin unutmak istedikleri, korku ve korkudan doğan hayallerle oturuyorum. Tüm bunları sayfalara aktarmak için hikayeler yazdım ve geçmişten, batılıların ve modern cumhuriyetin unutmak istediklerinden izler taşıdım ama bu, gelecekle hayal gücünü kucakladı. O yaşta, aynısını mimarlıkta da yapabileceğimi düşünseydim mimar olabilirdim.

Ancak o günlerde yükten, pislikten ve hayaletin sürdüğü alaca karanlıktan kaçmak isteyen azimli bir modernisttim, dahası, iyimser bir batıcıydım ve herşeyin plana uygun gideceğinden emindim. Yaşadığım şehirde karmaşık topluluk ve tarihleri ile hiçbir kurala uymayan insanlar ise benim hayallerimde figürleştirmediklerim: Onları, hayallerimin gerçek olmasına engel olarak gördüm. Bir seferde anladım ki, bu sokaklara istediğim binaların yapılmasına asla izin vermezlerdi. Ancak, kendimi evime kapatıp onlar hakkında yazmama itiraz edemezlerdi.

İlk kitabımı yayınlamam sekiz yıl aldı. Tüm bu zaman boyunca ve özellikle birinin kitabımı yayınlamasına dair umudumu kaybettiğim zamanlarda bir hayalim vardı: bir mimarlık öğrencisiydim ve bir tasarım stüdyosunda bir bina planlıyordum ve teslime çok az zaman kalmış. Masamda oturuyordum, bildiğim herşeyi tasarımıma katıyordum, yarı bitmemiş eskiz ve kağıt topları ile çevriliydim ve her tarafta mürekkep lekeleri zehirli çiçek gibi açıyordu. Çalıştıkça daha öncekilerden daha da mükemmel fikirler geliyordu aklıma ancak tüm çabalarıma rağmen teslim tarihi hızla yaklaşıyor ve aklıma gelen bu yeni fikri kağıda aktarma şansım yok oluyordu. Projemi zamanında bitiremiyor olmam benim suçumdu, tamamen benim suçum. Daha yoğun hayaller ürettikçe o kadar sarsılıyordum ki acı beni uyandırıyor.

Bu rüyaya neden olan korku için söylenecek ilk şey, yazar olmanın korkusu olduğudur. Mimar olsaydım en azından düzgün bir mesleğim olurdu ve en azından orta sınıf bir hayat yaşamak için yeterli param olurdu.

Anlaşılmaz şekilde, bir yazar olup kitap yazacağımı söylediğimde aileme, önümdeki yıllarda finansal anlamda sıkıntı çekeceğimi söylediler. Tüm bu suçluluğa karşılık bu rüya, özlemini duyduklarımı dindirdi. Çünkü bir mimar olmak için çalıştığım o yıllarda, "normal" bir hayatın parçasıydım. Zamana karşı bu kadar çok çalışmak ve bu kadar yoğun hayal kurmak, hiçbir teslim zamanına yetişmesi gerekmeyen kitap yazma sürecini içeren hayatımı karakterize etti.

O günlerde bana neden mimar olmadığımı soranlara farklı kelimeler kullanarak aynı cevabı verirdim: Çünkü apartman tasarlamak istemiyorum! Apartman derken bir hayat tarzından ve mimari yaklaşımdan bahsediyordum.1930'lu yıllarda İstanbul'un tarihi mahalleleri boşaldı ve zengin kesim, bahçeli iki veya üç katlı binaları yıkıp, apartmanlar inşa ederek, altmış yıl içerisinde şehrin eksi dokusunu mahfetti. Okula başladığım 1950'li yıllarda, sınıfımdaki her öğrenci bir apartmanda yaşıyordu. Başlarda, cepheler saf Bauhaus modernism karışımı ile geleneksel Türk cumbaları birleşimi iken sonradan, enternasyonel stilin zayıf kopyaları halini aldılar ve kalıtım kanunu üzerinde inşaa edilen arazilerin çok dar olmasını gerektirdi ve iç mekanların hepsi aynı idi. Aralarında merdiven boşlukları ve dar havalandırma bolukları varı. Bazıları bu havalandırma boşuklarını "karanlık" olarak adlandırırken diğerleri "aydınlık " olarak adlandırdılar. Önde, oturma odası olurdu ve arkada ise mimarın becerisine ve arazinin büyüklüğüne bağlı olarak iki ya da üç oda olurdu. Öndeki oturma odası ile arkadaki odaları bağlayan uzun bir koridor olurdu; bunlar pencere boyunca, "aydınlığa" bakardı ve merdiven boşluğundaki dar pencereler bu apartmanların hepsini korkunç derecede benzemesine neden olurdu. Hepsi küf, kızartma yağı, kuş pisliği kokardı. Mimarlık okuduğum yıllarda beni en çok korkutan şey, bu dar arazilerde yönetmeliğe ve orta sınıfa ait yarı batılı zevkine uygun ve uygun maliyetli bir apartman tasarlamaktı. O zamanlarda bir çok yakınım dürüst olmayan mimarlandan şikayet ederek, bana ailelerinden kalan arazilere apartman tasarlatacaklarını söylerdi. Mimar olmaktan sakınarak, bu sondan kaçtım. Bir yazar oldum ve bir çok apartman yazdım. Tüm yazdıklarımdan öğrendiğim şu: bir binanın yuva olması, içinde yaşayanların hayallerine bağlıdır. Bu hayaller, yüm hayaller gibi binanın eski, karanlık, kirli ve dağınık köşelerinden beslenir.

Bazı binalarda gördüğümüz gibi, cepheler zamanla daha da güzelleşiyor ve iç duvarlar gizemli bir doku ediniyor; böylece biz de onun anlamsız bir bina olmaktan bir yuva olmaya giden yolculuğunun izlerini yani, hayallerin inşaasını görebiliyoruz. Bu daha önce bahsettiğim delinmiş duvarları, kırık merdivenleri ve bölünmüş odaları anlayış şeklimdir. Bu, bir mimarın iz ya da kanıtını bulamadığı şeylerdir: sıradan bir binada ikamet eden sahibin hangi hayallerle o binayı bir yuvaya çevirdiğidir.


30.000 kişiyi öldüren depremin kalıntılarının, parçalanmış duvar, tuğla ve kırık pencereleri arasında dolaşırken bu rüyayı çok güçlü şekilde tekrar hissettim. Terlikeler, lamba bazları, perdeler ve halılar: bir insanın girdiği her bina, her baraka, yeni ya da eski olsun, onun yuvaya dönüşen hayal gücü idi. Dostoyevky'nin, en umutsuz durumlarda hayata hayal güçleri sayesinde tutunan kahramanları gibi, biz de hayat çok zor olsa bile binaları yuvaya dönüştürürüz.

Ancak bir deprem bu yuvaları yıktığında acı ile farkederiz ki onlar aynı zamanda birer binadır. Babam, 30.000 kişiyi öldüren depremden hemen sonra nasıl bir apartman binasından dışarı çıkıp iki yüz metre ötede bir apartmana sığındığını anlattı. Neden böyle yaptığını sorduğumda, "Çünkü o binanın sağlam olduğunu biliyordum. Ben yaptım," dedi. Babam, çocukluğumu geçirdiğim, büyük annem, amcam ve halamla paylaştığım birçok hikayemde tarif ettiğim evden bahsediyordu ve eğer babam oraya sığındıysa, bence bu güvenli bir bina olduğundan değil, bir yuva olduğundandı.

Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.