Haberler

Sanat, Kenti Dönüştürebilir mi?

Tarih: 11 Ocak 2010 Kaynak: Birgün Yazan: Korhan Gümüş
Nasıl oldu da Avrupa'da solcu sanatçılar tarafından oluşturulan "Avangard", Soğuk Savaş döneminde, ABD'de liberalizmin kanatları altına girdi? Nasıl oldu da anonimliğe savaş açan, var olan toplumsal düzeni, haksızlıkları eleştiren Modern Sanat, soldan yola çıkmış olmasına rağmen, vardığı noktada anti-komünist bir manifestoya dönüştü? Serge Guilbaut'un "New York Modern Sanat Düşüncesini Nasıl Çaldı" başlığını taşıyan kitabı, bu soruya cevap arıyor. Asıl mesele sanatın kapitalist üretim tarzı tarafından belirlenmesi değil, farklı bir üretim ekonomisine sahip olan sanatı nasıl ele geçirdiği. Bu meseleyi gözlemleyebilmek için İstanbul'da olup bitenlere bakmamız gerekiyor.

İstanbul'da modern sanat eğitim kurumlarının başlangıçta, Akademi'de olduğu gibi tarihselci anonimlik içinde kurumsallaştığı söylenebilir. Bunun karşısında gelişen ikinci modernleşme dalgasının bu sistemi değiştirdiği söylenemez. Cumhuriyet'in seçkinleri güncel sanatı da anonim, iktidara bağlı bir modernleşme biçimi içinde üretti. Yani Cumhuriyet sanatçıları, kendi sınıfsal ayrıcalıklarını tıpkı birincisinde, Osmanlıcı harekette olduğu gibi, bu defa "güncel sanat"ın anonimliği içinde gerçekleştirdiler. İşte bu nedenle, bugün kolaylıkla tekrar kamusal alanda tarihselci bir anonimliğe doğru yelken açılması mümkün oldu.

Eğer sanatçılar da tıpkı diğer sivil toplum kesimleri gibi, kendilerini bir kitle temsili içinde görmek durumunda kalıyorlarsa, siyasal patronaja teslim olmak zorundalar. Bu tür bir modernlik bugün imkânsızı istemekle eşanlamlı. Çünkü modernliği neoklasik modernliğin içinde gerçekleştirmek mümkün değil.

Modernliğin de bir yaşama stili gibi algılanması, yani çözmesi gereken temsil sorunu bugün İstanbul'da kamusal sanatın neden tarihselciliğe teslim olduğunu gösteriyor. Ayrıca uzun zamandır Türkiye'nin her köşesinde inşa edilen adalet sarayları, kamu yapıları, belediye binaları zaten güncel mimarlığın tamamen özel alana, sermayenin, hayırseverlik kurumlarının içine izole ediliyor. "güncel sanat" neden bu kadar kolay bir biçimde kamusal alandan dışlanıyor? Yoksa İstanbul'da insanseverlik (filantropi) alanına izole olan "güncel sanat" da iktidar içine gizlenmiş bir anonimliği mi temsil ediyor?

SANAT, SİYASET VE SINIF MÜCADELESİ

Louis Althusser, Marx'ın kuramsal çerçevesinden hareketle ideolojinin maddi olduğunu söylemişti. Bunu söylerken de dini bütün bir kişi olan Pascal'den bir alıntı yapmıştı: "Gözlerinizi kapatın, dudaklarınızı kıpırdatın, dua eder gibi yapın, inanacaksınız..."(*) Bu çarpıcı tez en azından toplulukların düşünceleriyle pratikleri arasında bir ilişki olduğunu hatırlatıyor. Ama Althusser'in gene tek yönlü olmadığını hatırlattığı bir ilişkiyi. Bu durumda bu iddianın (tezin) ortaya koyduğu veya koymayı amaçladığı başka bir can alıcı soru olmalıydı: Eğer düşünce yalnızca bir inanıştan, bilme biçiminden ibaret değilse, yani sosyal pratikler içinde üretiliyorsa, o zaman alternatifini nasıl üretmek mümkündür? Aynı pratikler içinde örneğin, farklı bir düşünme biçiminin üretilmesi mümkün müdür? (Burada ideoloji kavramını -müsadenizle- biraz genişletip, bunun içine düşünme ve hatta bilme biçimini de katmak istiyorum.) Bu sorunun cevabı gene (Marx'tan alıntılayan) Althusser'den: "Tarihin motoru sınıf mücadelesidir." Tarihi yapan sınıf mücadelesidir. Sınıf mücadelesi bildiğimiz iktidar mücadelelerine, siyaset içindeki iktidar kavgalarına benzemez. Günümüzde sınıf mücadelesi temelde söylemek gerekirse, iki karşıt üretim tarzı, ya da daha kapsayıcı anlamıyla farklı üretim ekonomiler içinde gerçekleşir:

Bunlardan birincisi toplulukları temsil etmeye dayanan bir simgesel üretim ekonomisi, yani siyaset. İkincisi toplulukları temsil etmeye dayanmayan farklı bir simgesel üretim ekonomisi, yani sanat.

Diyeceksiniz ki kapitalist ekonomilerde sanat daha gelişmiş. Kapitalizmin gelişmekte olduğu ekonomilerde ise sözün, siyasetin daha fazla hükmü var. Eğer öyleyse, bu çelişkiyi nasıl açıklamalı? Bu soruyu gene Althusser'e gönderme yaparak, üretim tarzlarının her zaman birbirine eklemlendiğini, karmaşık bir bütün oluşturduğunu, esas olanın "üstbelirleyici" olan üretim ekonomisi olduğunu söyleyerek cevaplandırmaya çalışabiliriz.

Oysa Althusser'den ödünç aldığı "maddi pratik" kavramını "sanatsal üretim tarzı"na monte eden Nicos Hadjinicolau bunun tersini savunmuştu. Ona göre kapitalist üretim tarzı sanatta da yeniden üretiliyordu. "Sanatsal üretim tarzı" da kapitalist üretim tarzını bir yapı olarak yeniden üretiyordu. Oysa siyaset ile sanatın ayrı üretim tarzlarına sahip olduklarını iddia etmek, biliyorum ki Hadjinicolau'nun teziyle de tamamen çelişiyor. Ama ne yapalım ki, bir varsayım olarak sanatın nasıl bir alternatif oluşturduğunu düşünmeye başlamak için bu çelişkiyi biraz daha deşmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum.

SANATIN ÖZEL ALANA İZOLASYONU

Önümüzde hazır durduğu halde belki de çoğu zaman görmediğimiz, dikkate almadığımız bir şey var. Bunlardan biri de "sanat"ın kapitalist ekonomi içindeki konumu. Yararlı faaliyetler içinde sayılmayan, teknokratik uygulamaların arkasına gizlenen ideolojinin ürettiği şiddet ile kamu alanından dışlanan sanat aynı zamanda, tuhaf bir dönüşüm geçiriyor ve neredeyse parayla ölçülemeyecek kadar önem kazanıyor.

Toplulukları temsil etmeye dayanan modern siyaset maddi bir şiddet içerir. Modern siyaset halkı temsil etme iddiası üzerine topluluklar ile seçkinler arasında bir uçurum oluşturur. Ayrıca bu ekonomi her şeyi o kadar çok sihirli bir dönüştürme gücünü sahiptir ki, neredeyse alternatiflerini de içine alır ve dönüştürür. Kendi ekonomisine tabi kılar. Örneğin sanatın üretim ekonomisini özel alana hapseder ve onun topluluklarla ilişki kurmasını engeller. Bu sayede, sanatın ele geçirilmesi ile dünya yoksullar için bir cehenneme döner. Ama bu cehennemi kimse fark etmez. Haksızlıklar, ırkçılık, imtiyazcılık gelişir. Çünkü yoksullar, sanatsız kaldıkları için siyaset tarafından çok daha kolaylıkla ele geçirilirler. Ama tuhaflık ve çelişki şuradadır ki, sanat zenginleştirilerek, topluluklar yoksullaştırılarak ele geçirilir! Yoksulların cehennemi, sanatın cennetidir! İşte bu nedenle bu dönüşümü anlamak için Marx'tan yadigâr kalan sınıfsal bakışı hiçbir zaman kullanım dışı bırakmamalıyız.

Tekrarlayalım: Asıl mesele sanatın kapitalist üretim tarzı tarafından belirlenmesi değil, kapitalizmin ayrı bir üretim ekonomisine sahip olan sanatı nasıl ele geçirdiği.

SANATI PARAYA TERCÜME ETMEK
İktidar kendisine boyun eğmeyen sanatı paraya tercüme eder. Sanat bu güçlü ekonominin karşısında çaresizdir. Sanatsız bıraktırılmış toplulukları ele geçiren soylulaştırıcı siyasetin sanatın kentte özel alana izolasyonunu desteklediği söylenebilir. Bu nedenle kendisine sunulan tek yolu, karşıtına dönüşme işlevini yerine getirir: Yani yalnızca çok az kişinin anladığı ama o kadar da değerli bir üretim ekonomisi. Nitekim İstanbul'da modern sanatın duyuruları her yerde, yoksulların yaşadığı yerlerde bile yer alıyor. Tramvay istasyonlarında, üstgeçitlerde sanat duyuruları her yerde. Sözgelimi kent Joseph Beuys, Pablo Picasso, Marc Chagall'ın sergi afişleri ile donanıyor. Topluluklar sanatın önemli bir şey olduğu hakkında bir bilgi sahibi oluyorlar. Ama bir koşulla: Sen bu işten anlamazsın. Sen bu işe karışma... diyerek!

Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.