Haberler

'Osmanlı gelenekselinde unutma yok'

Tarih: 23 Mart 2010 Kaynak: Radikal
Mimarlık ve sanat kuramcısı Aykut Köksal'a kulak vermenin tam sırası. Bunu yaparken bir yandan ‘Arkeoloji ve Sanat' yayınlarından çıkan iki kitabı, ‘Anlamın Sınırı' ve ‘Karşı Notlar'ı okumanın da. Köksal'ın başta müzik ve mimarlığı kucaklayan mukayeseli müzakereci tavrından öğrenecek çok şey var. Köksal'la hem kentsel olarak dönüşen ve dönüştükçe tahrip olan İstanbul'u, hem de özensiz yorumlandıkça ipliği pazara çıkan geleneğimizi, kesintiye uğrayan modernleşmemizi konuştuk...

Osmanlı gelenekselini diğer geleneklerden ayıran en büyük özelliği nedir sizce?
Öncelikle Osmanlı geleneksel kültürünün son derece incelmiş bir kent kültürü olduğunu belirtmek gerek. Ayırıcı özelliklerinin başında da anonim bir kültür olmaması geliyor. Mimarlıktan müziğe dek anonim olmayan bir kültürdür, bu özellik onu tüm diğer geleneksel kültürlerden ayırır. Cem Behar, Osmanlı müziğinde eserlerin yüzde 99'unun anonim olmadığını söyler. Osmanlı anıtsal yapıları anonim değildir.
Osmanlı gelenekseli ciddi bir hafıza sürekliliğine dayanır. Unutma yoktur Osmanlı gelenekselinde. Bir başka özelliği ise, başka geleneksel kültürlerde görmediğimiz ‘özgün olma durumu'na sahip olmasıdır. Bu yüzden öteki geleneksel kültürlerde olmayan ‘intihal' kavramı Osmanlı gelenekselinde vardır. Bir Osmanlı bestecisi, kendi yapıtının, daha önce bestelenmiş bir başka yapıta benzememesini ister. Klasik dönem Osmanlı mimarlığına bakın, bir yandan tekil bir dil kullanır ama bir yandan da hiçbir yapı diğer yapıya benzemez. Mimar Sinan döneminin hiçbir camisi diğerine benzemez.

İstanbul Modern'deki ‘Gelenekten Çağdaşa' sergisine gittiniz mi?
Evet, gezdim o sergiyi.

Nasıl buldunuz?
Şunu söylemeliyim ki ana hatlarıyla Zeynep Sayın'ın Radikal'de söylediklerine katılıyorum. Gelenek sadece ve sadece biçim üzerinden okunmaya kalkılırsa, gelenekle ilişki kurma da geleneksel olanın içerdiği, bugün artık sorunsuz olmuş biçim kalıplarını yeniden üretmek olarak algılanırsa, anlam bir yana bırakılır, görünenin dekoratif yorumunun peşine düşülürse bu çıkar ortaya.

Aslında iki kitabınızdaki yazılarda hep vurguladığınız bir şey var, hazır gelenek konuşuyorken, o da şu: "Aslında Osmanlı'da dışa açık, çoğulcu bir modernleşme sürecinin olduğu ve bu sürecin Cumhuriyet'le kesintiye uğradığı..." Hâlâ tartıştığımız bütün kriz buradan mı çıkıyor?
Bilindiği gibi, Türkiye'nin modernleşme serüveni Cumhuriyet'le başlamıyor. Örneğin mimarlıkta 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar gidiyor. Osmanlı müziğinde 19. yüzyılda modernleşmenin ciddi temel adımlarını görüyoruz. Mevcut kent kültürü ortamında kendini gösteriyor. Bir yandan da kültürel üretimin, mimarlıkta da gördüğümüz gibi Batı dünyasının sözlüğüne açıldığını, ama o sözlüğü alırken de ciddi bir şekilde içselleştirdiğini görüyoruz. Yani Osmanlı modernleşmesinin Batı'yla olan ilişkisi içselleşmiş bir ilişkidir.

Cumhuriyetin ulus devlet paradigması ise, dışarıdan taşınmış olan ve otoriter diyebileceğimiz bir paradigmadır ve kendisini kültür siyasetinde de gösterir. Kültürel planda paradigmanın tanımlanması, 1930'lar başında 1. Türk Tarih Kongresi ve 1. Türk Dil Kurultayı'nda gerçekleşir. Osmanlı'nın dışa açık modernleşme çizgisi, yerini ulus devlet paradigması üzerinden yürüyen, ulusalcı tezleri ileri süren, daha yüzyıl başında Avrupa'da temelleri atılmış olan modernizmle de hiçbir ilişkisi olmayan bir dönemi başlatıyor. Bu yüzden ben 1930'larda başlayıp 1940'lar sonuna kadar giden bu dönemi Türkiye'nin modernleşme sürecinde geriye gidiş olarak görüyorum.

İki isim sayıyorsunuz, çok ilginç bence, Ankaralı Adnan Saygun ve İstanbullu Cemal Reşit Rey. Bu ikilinizin bize bugün söyleyecek çok şeyi olduğunu düşünüyorum...
Adnan Saygun, merkezde konumlanan, ulusalcı çizginin taşıyıcılığını yapan, genellikle de Halkevleri'yle ilişki içinde olan bir besteci. Nedir o dönemin ulusalcı çizgisinin müziğe yansıması? Birincisi doğrudan doğruya halk müziğine gidilecektir ve bu yapılırken soyutlamaya olabildiğince az başvurulacaktır. Ulusalcı tez, kaynağın kendisini göstermesini ve mümkün olduğunca anlaşılır olmasını ister, soyutlamanın karşısında durur. Bu yüzden Avrupa müziğinde çoktan aşılmış tonal armoni kullanılır. Ve sonunda benim ‘köçekçe estetiği' dediğim bir estetik üretilir.

Cemal Reşit Rey'in bu programla bir ilgisi yok. O bir İstanbul bestecisi. Pek çok anektod vardır, ‘tek sesli' diye aşağılanan müziği yasaklamaya kadar giden kararlara mizahla yaklaştığını aktaran... Rey'in soyutlamacı bir çizgisi var. Yeniden Osmanlı modernleşmesine dönersek... Bu modernleşmenin müzikte ve kent kültüründe kendini gösterdiği kanallardan biri de operetlerdi. O damarı cumhuriyette hakiki, sahici bir biçimde sürdüren Cemal Reşit Rey olmuştur. Bugün Saygun'un ulusalcı operasını sahneye koymak kimsenin aklına gelmiyor ama Cemal Reşit Rey'in ‘Lüküs Hayat'ı bilmem kaçıncı kezdir oynanıyor. Bu kadar sahici bir üretimdir Rey'in üretimi, ister popüler kültüre eklemlenen operet üretiminde olsun ister bir üst kültür üretimi olan müziğinde, tümüyle merkezi siyasetin dışında konumlanır.

Mimaride Adnan Saygun'u Sedad Hakkı Eldem'le aynı kefeye koyuyorsunuz 1950'lere kadar yaptığı işleriyle. Peki mimarideki Cemal Reşit Rey kim?
Seyfi Arkan'dır. Bu paralellik çok önemlidir. Bakın, Adnan Saygun bu resmi programda müzik alanında ne anlam ifade ediyorsa, Sedad Hakkı onun mimarlıktaki karşılığıdır. 1930'larda milli mimari seminerlerini başlatır. O da kaynak olarak halk mimarisine yönelir ve soyutlamaya başvurmaz. Halbuki, Cemal Reşit Rey gibi Seyfi Arkan da resmi söylemle ilgilenmez, modernist çizgisini hep korur. Bunun bir sonucu olarak Sedad Hakkı Eldem hep önde olmuş, resmi ideolojinin savunuculuğunu yapmayan Seyfi Arkan ise hep geride kalmıştır. O kadar ki, Güzel Sanatlar Akademisi'nde, cumhuriyetin en önemli mimarlarından biri olan Seyfi Arkan'a sadece şehircilik dersleri verdirilmiş ve hiçbir zaman proje hocası yapılmamıştır. Akademi için büyük bir kayıp...

Bugünün siyasetine uygun ilerde anabileceğimiz bina var mı?
E-5'in kenarındaki adliye sarayı mesela. (Gülüyor) Tekil örneklerin temsil edicilik taşıdığı bir dönemde değiliz. Bu dönemi tanımlayacak olan çoğulluktur.

Bence bu dönemi tanımlayacak şey yıkım. Sırada AKM var. Uzun bir zamandır gündemimizi işgal ediyor. Ne diyorsunuz, AKM korunmalı mı yıkılmalı mı?
AKM, kentsel mekanla ilişki kuran ön yüzü ve önündeki boşlukla korumaya değer bir kent öğesidir ama onun dışında, açılan davada verilen kararda tanımlandığı gibi dokunulmaz bir ‘koruma nesnesi' değildir. Kentin hafızasında önemli bir yeri olduğu için ve belirli bir dönemi belgelediği için ön cephesini önemli bulurum, önündeki alan da anlamlıdır. Kaç kez sevgililerimize orada randevu vermişizdir... Kentin hafızasında bir yeri vardır ama onun dışında bir koruma fetişizminin içinde ele almanın anlamı yok.

Asıl tartışmamız gereken şey program, yani bu yapının yerine gelecek yapının programının ne olacağı. İstanbul gibi metropollerde çokişlevli salonlara değil, her işlev için ayrı yapıya ihtiyaç vardır. Paris'te opera salonu başka bir yapı, konser salonu başka bir yapıdır. Zaten bir konser salonunun mekan düzeniyle, operanın mekan düzeni birbirinden tamamen ayrıdır. Önce, bu metropolün bir konser salonuna ihtiyacı var mı, yok mu buna karar verelim. Varsa, oraya bir konser salonu yapalım. Burada, hem kongre, hem opera, hem konser, hem sergi olacak demek, aslında burada hiçbir şey olmayacak demektir. Hatta mümkünse biz burada hep kongre yapalım demektir. İstanbul'un bugün konser salonuna da, opera salonuna da, kongre merkezlerine de ihtiyacı var. Bunlar farklı programlardır ve farklı mimariler gerektirir. İstanbul 100 bin, 50 bin nüfuslu bir kent değil ki çokişlevli tek bir yapı yapılsın...

İstanbul'da merkez-çevre tahribatı
Aykut Köksal'dan kısa kısa...

1930'lardan 1950'ye kadar süren içe kapanmacı dönem, 1950'lerin Batı'yı nakleden modernizmi, 1960 sonrasında yerelliği öne süren yeni bir ulusalcı söylem... Türkiye, modernleşme süreciyle hesaplaşmasını gerçekleştirebilmiş değil. O yüzden ‘Gelenekten Çağdaşa' gibi anlamsız sergiler ortaya çıkıyor.

Santralistanbul'daki müze, içinde yer aldığı bağlamla çok doğru bir ilişki geliştiren başarılı bir yapı ama ne yazık ki fazla kat elde etme tutkusu nedeniyle kat yükseklikleri düşük tutulmuş ve tüm mekan düzeni ciddi tahribat görmüş bir yapı.

Çağdaş sanat metropolle ilişkiye girdiğinde kalıcılığın peşine düşerse faka basar. O ancak, sorusunu geçicilik üzerinden sorduğunda sözünü söyler.

Osmanlı geleneksel sivil mimarlığında ahşabın geçiciliğinin bir neden değil, bir sonuç olduğunu düşünüyorum. Sonuçta ahşap yapı malzemesi kullanıldığı için, o mimarlık geçici bir mimarlık değil, onun arkasındaki düşünce dünyası geçiciliği işaret ettiği için, geçici bir mimarlık. Orada ahşap bir sonuç, bir neden değil!

Menderes döneminin İstanbul tahribatı acımasızdır, sayısız tarihi yapı yok edilir. Özal dönemi merkezde ne kadar liberaldir ama aynı dönemde İstanbul, Dalan felaketini yaşar: Arnavutköy, Tarlabaşı, Haliç yıkımları, otellere verilen çok kat izinleri. İstanbul, en büyük tahribatı merkez-çevre çatışmasının olduğu dönemlerde yaşadı. Yaşadığımız dönemi de bu bağlamda ele alabiliriz.

Turgut Cansever'in Bodrum Sualtı Araştırma Enstitüsü en beğendiğim tasarımların başında gelir. Ama ne yazık ki Türkiye mimarlığında tek kalmış bir örnektir.

Sulukule, Balat, Tarlabaşı'ndaki kentsel dönüşüm projeleri, hepsi önde gelen genç mimarların imza attığı ama ne yazık ki kuşkuyla yaklaşılması gereken projeler. Sosyal ve kentsel boyutu hiç sorgulamadan girişilmiş, korumayı yanlış biçimde araçsallaştıran gayrı-etik projeler...

Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.