1955'te, o zamanlar İstanbul'un tek özel galerisi Maya'da 'İlişki, Davranış, Sıkıntılara Övgü' başlıklı bir sergi açıldı. İsmi bile bir garipti serginin; sergilenen yapıtlar ise iyice sıra dışıydı: Cinsellikle ilgili bastırılmış mekanizmaların, şiddetin, hayvanlara tecavüz gibi konuların gerçeküstü imgelerle görselleştirildiği bu yapıtlar, Türk sanatında tabu sayılabilecek, el değmemiş konuları işliyordu. Sanatçısına göre bunlar, 'insanlaşmış bir hayvan dünyası'nın ifadesiydi. Sanat tarihi eğitimi yarıda bırakmış bir genç olan Yüksel Arslan'ın birkaç yıl içinde açtığı diğer sergiler de yoğun ilgi ve tepki gördü; zamanının eleştirmenleri onu, 'çağdaş bir Siyahkalem' olarak nitelendirdi. Arslan'ın bir diğer özelliği, sıradan boyaları 'doğa karşıtı' diye reddetmesi, kendi malzemesini kendi üreten eski ustaların geleneğini sürdürerek kan, toprak, bal gibi doğal malzemeler kullanmasıydı. Bu, Türk sanatında kendi dönemi içinde son derece özgün bir tavırdı. Hepsi bir yana Yüksel Arslan, kendi iç dünyasını çekinmeden açık eden bir sanatçıydı; arzuların ve korkuların dile geldiği kendine özgü, ama hiç kuşkusuz insanlığa da özgü kolektif bir bilinçaltını deşiyordu. Uygarlaşma sancılarının altını kazıyordu. Temel kaynağı, resmin kendisinden çok, okuduğu kitaplardı. Zaten yola çıkarken, kendi kendisine, 'ressam olmadan da resim yapılabilir mi?' sorusunu sormuştu. Onun için resim, her zaman, kendi deyimiyle 'düşünce hizmetinde bir araç' oldu.
Arslan 1961'te Paris'e gitti ve o zamandan beri de orada. Bu 40 yıllık süreçte Marx'ın 'Kapital'ini resimlemek dışında 'Arture' adını verdiği yüzlerce resim üretti, ama herhalde daha çok okudu ve düşündü. Türk sanatının bu en ilginç sanatçılarından birinin yapıtları üzerinden kendinizle de yüzleşeceğiniz düşüncelere dalmak isterseniz, 1960'lardan 1990'lara uzanan bir dizi yapıtı şu suralar Galeri Nev'de sergileniyor.
Yüksel Arslan'ı kendi dönemi içinde ilginç kılan bir diğer özelliği, Türk resminin neredeyse bütünüyle soyuta yöneldiği, Batı modernizmine eklemlenme çabası içinde olduğu bir dönemde figüre ağırlık vermesi, üstelik akademik olmayan bir figür arayışının peşine düşmesiydi. Tıpkı, aynı dönemlerin bir diğer ilginç ismi Cihat Burak gibi. Mimar olan, üstelik neredeyse 40'ından sonra kendini resme adayan Cihat Burak da Yüksel Arslan gibi resim konusunda akademik bir eğitim almamıştı; o da kendine özgü, naif diyebileceğimiz son derece ifadeci resimler yapıyordu. Bu resimler, Türkiye'nin 1960 sonrasında yaşadığı toplumsal dönüşümün ipuçlarını simgeleyen, Türk resminde daha önce resme layık görülmeyen anlatımcı öğelerle doluydu: Politikacıları, sokak satıcılarını, meyhaneleri, şarkıcıları mizahi bir dille tuvale aktaran ilk sanatçımızdı. Türk resminde yerel kültürü köy çağrışımından çıkararak kent ölçeğinde ele alan, popüler kültür öğelerine yer veren ve İstanbul'un renkli ruhunu yansıtan Burak, kendinden sonra gelen sanatçıları da büyük ölçüde etkileyen bir sanatçıydı. Öleli 12 yıl oldu; son röportajında bana "Resmini yapamadığım şeylerin öyküsünü yazarım" demiş, her şeyin resmini yapamadığını anlatmıştı: "Bir Francis Bacon ya da Balthus olsaydım yapabilirdim." Alçakgönüllü, resim yapmayı galiba yaşamak kadar, resimlerinden eksik olmayan kediler kadar seven bir adamdı Cihat Burak. İstanbul Modern Sanat Galerisi'nde çeşitli koleksiyonlardan derlenmiş sergisinde pek fazla resim yok; sergi daha çok desenler ve baskılardan oluşuyor. Cihat Burak'a ilişkin yalnızca bir tür 'ipucu' niteliğindeki bu sergi, artık Cihat Burak gibi sanatçıların iyice çalışılmış retrospektiflerle hatırlanmayı hak ettiğini düşündürüyor, yetersiz kalıyor.
İki serginin aynı döneme denk gelmesi, 1950 sonrası Türk sanatında yaşanan değişime ve sanatçıların yeni arayışlarının farklı yönelimlerine dair ipuçları edinmek isteyenler için yine de iyi bir fırsat.