Türkiye bu yıl ilk kez ana mekânda bir sergiyle temsil edilecek ve daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşacak. Türkiye'yi temsil edecek olan Hüseyin Alptekin "Eskiden bir yerde oturup evrensel düşünürdük, şimdi hepimiz her yerde dolaşıyoruz ama hiç düşünmüyoruz" diyor.
Bir küreselleşmedir gidiyor ama nedense dünyanın çoğu için soru hâlâ: Bir yerde olmamak ya da olamamak... Konumuz bağlamında bu 'yer', Venedik Bienali. Türkiye daha önce de çeşitli kereler, çeşitli mekânlarda Venedik Bienali'nde temsil edildi, ama bu yıl ilk kez 'ana mekân' Arsenale'de, elbette ki daha geniş bir izleyici kitlesiyle karşılaşacak. Bienal sırasında o kadar çok ülkeden o kadar çok sanatçı yer alır ki hepsini keşfetmek, Venedik'i de keşfetmeyi gerektirir; sokak sokak dağılmış mekânların peşine ise ancak çok meraklı izleyiciler düşer. Tahmin edebileceğiniz gibi çoğunluk için bu tür yerler yakınlarda bile olsa uzak kalırlar; birkaç günlük gezilerde hep 'feragat'e uğrarlar. Türkiye bu yıl, haritada aranmadan izleyicinin karşısına çıkacağı için şanslı.
Türkiye kim? Bu yıl 'Türkiye', başka bienallerde ve çeşitli uluslararası grup sergilerinde de Türkiye'yi temsil etmiş olan Hüseyin Alptekin. Alptekin, bu tür fuar benzeri uluslararası sanat etkinliklerinde yıllar yılı yerel tatlar bulmayı beklemiş anlayışları zekice alaya alan, öte yandan küreselleşmenin yüzeydeki görüntüsü üzerinden derindeki olumlu/olumsuz katmanları tartışan çok-boyutlu bir iş gerçekleştiriyor. Türkiyeli olmak, Gürcü olmak, Finli olmak; dünyalı olmak, küresel olmak; sanatçı olmak, birey olmak nihayetinde insan olmak: Alptekin, izleyicinin algısı ölçüsünde genişleyecek bir görsel yapı kuruyor.
İşin başlığı, 'Don't Complain' (Şikâyet Etme).
'Şikâyet Etme' önermesi, Karaköy'deki esnaf da dahil bütün dünyanın kullanmaya başladığı, neon'un yerine göz diken Uzakdoğu kökenli yeni ışık kaynağı LED'le yapılmış bir panoda yer alıyor. İşin can alıcı boyutunuysa 'hayali bir Gürcü lokantası' olarak bir araya gelen, tek tek odalar şeklinde inşa edilmiş enstelasyon ve bunun içinde gösterilecek filmler oluşturuyor. İzleyici, bu odalarda Alptekin'in Cihangir'deki bir evsiz barksızın hayatından, öldürülen bir Rus gazetecinin anısına, Rio'daki plajlardan Kosova'da kaybolan insanlara değin, küçük/büyük, küresel/yerel 'vakalardan' yola çıkarak fotoğraflarla oluşturduğu, aslında birer 'hareketli albüm' diyebileceğimiz filmleri izleyecek.
Küreselleşme meselesiyle ilgilenen bir sanatçı olarak, Venedik Bienali'ni tarihsel boyutuyla değerlendirdiğinizde bu bienal sizin için ne anlama geliyor? 'Venedik bağlamı' tasarladığınız yapıtın anlamına nasıl yansıyor?
Venedik mega büyük bienallerden biri; yüzyıl başında ülke pavyonlarıyla dünya fuarı gibi başlamış işe ama son 20 yıldır ve özellikle de son dört-beş bienaldir, bu durum allak bullak olmaya başladı, o ulusal fuarcılık halinden çıktı. Şimdi, içinde enteresan projelerin olduğu küresel bir alan. Bir de tabii bütün profesyonellerin gittiği bir yer. Öte yandan, beni en çok ilgilendiren aslında İstanbul-Venedik bağlantısı. Venedik'te bu ilişkinin tarihsel izleri buram buram hissedilirken müthiş bir düşmanlık da var ve bu Osmanlı'dan önce, Bizans'a dayanan bir durum. İşlerimde 'hostilite' (düşmanlık) ve 'hospitalite' (misafirperverlik) arasındaki ilişki üzerine düşünen birisi olarak bu ilişki benim ilgimi çekiyor. Bienal için yaptığım işe gelirsek; tabii ki o 'grandiose' gösteri içinde mütevazı bir iş göstermek de ilgimi çekiyor doğrusu. 'Don't Complain', bir bütün olarak bir süreç içinde, çok sayıda kişinin çalışmasıyla gerçekleşti. Örneğin Finlandiya'dan getirilen ahşap kulübelerin yapımında, Cheap Finnish Labor (Ucuz Fin İşgücü) adındaki sanatçı kolektifi bizzat işçi olarak çalıştı. Bu işi bir bütün olarak düşünürsek, Finli işgücü, Hindistan, Brezilya, Kosova, Türkiye'den görüntüler, nesneler, anılar var.
Bugünün pek çok sanatçısı bir tür gönüllü sürgün/göçmen olarak yaşamını sürdürüyor. Bu koşullarda yaşayan sanatçıların yapıtları da böylece şekilleniyor; artık bir sanatçının kendi 'yerelliğinden' söz etmemiz güçleşiyor. Siz de son yıllarda 'yerleşik' değilsiniz; Brezilya'da, Hindistan'da, sonra Finlandiya'da bulundunuz; bu tür bir yaşam tarzı günümüz sanatçısı için tercih edilen bir duruma mı dönüşüyor?
Evet, aslında kendi mahallemde turist gibi yaşıyorum. Evim, gidip geldiğim bir otele dönüştü. Bu bir farkındalık geliştiriyor insanda. Etrafıma artık hep bir yabancı gözüyle bakar gibiyim; yani tanıdığım, bildiğim ortamlara da. Sanatçı sonuçta bir 'yabancı'dır, dışarıdan bakan bir kişidir. İnsan o anlamda bir 'yabancı' olduğu zaman, kendi yerel mitolojilerini yakalaması da daha kolay oluyor. Örneğin bienalde gösterdiğim filmler arasında yer alan Cihangir'deki çöp toplayıcısını öyle fark ettim. Yaşadığım sokağın köşesinde, kendi halinde yaşıyordu. Tabii resmi tarihin dışındaki olgularla uğraştığım için de ilgimi çekti: Gündelik hayattaki sıradan bir insan, belki varoluşu hiç kaydedilmeyecekti. Oysa çok şey vardı hikâyesinde: Zenciydi. Dilsizdi. Nereden geldiği belli değildi. Sokağın köşesinde eski bir terk edilmiş araba çevresinde bir yer kurmuştu, çöpleri topluyordu.
Mikro olgular beni çok ilgilendiriyor. Örneğin Hindistan'da bulunduğum sırada mikro olguların nasıl büyük değişimler yaratabileceğine tanık oldum ve bu beni çok etkiledi.
Bu etkileşim, sanatçı tarafından ne düzeyde içselleştiriliyor? Örneğin Venedik Bienali gibi bir 'arena'da son derece ciddi politik meselelere dayanan çok sayıda 'küresel hikâye' izliyoruz. Ama yalnızca ilginç ve sıra dışı bulunanı, içselleştirmeden yansıtmak refleksi yok mu biraz da? Bu bir tür yüzeysellik getirmiyor mu?
Sanatın bir tür bilgi türü olduğuna inanıyorum. Sanatçıların ortaya koyduğu birtakım sendromlar ya da tepkiler var, bunların içinde de çeşitli bilgiler yer alıyor. Bunun iki türü var; birincisi elbette samimiyet. İkincisi de çeşitli küratörlerin süper felsefi söylemler altında çeşitli kavramları ödünç alıp çeşitli sanatçılarla birlikte arapsaçı gibi ortaya koyması.
Sanat felsefeye yakın, ama felsefeden farklı. Oysa bu şekilde yapıldığında bazı olguları yalnızca illüstre ediyor. Öte yandan yalnızca acı duymakla da olmuyor. Ben projelerimi yaparken daha 'içinde' oluyorum meselelerin, örneğin Moldovyalılarla yaşıyorum, Ukrayna'da sanatoryuma gidiyorum, yani açıkçası zihinsel katılım ve dayanışma ruhunu önemsiyorum. Mesela Balkan meselelerinin ilk sanatçılarındanım ve şunu söyleyebilirim ki eskiden arkadaşlarım güzel galeri yok, para yok gibi nedenlerle gelmezlerdi oralara; ama ne zaman ki Balkan sergileri popülerleşti, bir ilgi uyandı, herkes gelmeye başladı. Bir de bienallerde işlerin medyatize olması meselesi var. Bir sürü yerel hikâye dinliyoruz ama düşünmüyoruz. Medyada fotoğraflara bakıp görmemek gibi. Bu yüzden Kosova'da kayıpları gösteren filmde izleyicinin gerçekten bakmasını sağlayacak bir yaklaşım benimsedim; o insanlara bir saygı duruşu sunmak istedim.
Bir dönemin yerellik-evrensellik tartışması, bugünün yerellik-küresellik tartışmasına dönüşmüş görünüyor; oysa evrensel ve küreselin açılımları farklı. Bienallerle sanatçı da yapıt da küresel dolaşıma kolaylıkla girip dünyanın dört yanında 'görünebiliyor'; peki bu hızlı yaygınlaşma olanağı ne getiriyor?
Bir keresinde Delhi havaalanında, ceplerinde 60 bin dolarla Gaziantep'ten gelmiş iki adamla karşılaşmıştım. Kasımpaşa, Kâğıthane esnafından kişilerin Uzakdoğu'daki LED fuarlarına gittiklerini de biliyoruz. Ekonomik küreselleşme zaten almış başını gidiyor. Sanatçı dolaşımında da çeşitli trükler var. Bir kere bienal dolaşımının arkasında çeşitli kültürel politikalar var, bunlar ölçülü biçili politik işler. Çok lafı olan sanatçıları çok dolaştırıp çok yoruyorlar. Evrensel meselesi ise, maalesef bir kavram olarak kaldı; bence daha insani bir şeydi. Eskiden bir yerde oturup evrensel düşünürdük; şimdi hepimiz her yerde dolaşıyoruz ama hiç düşünmüyoruz.